4 Ağustos 2017 Cuma

Nahif ve İçinizi Isıtacak Bir Aşk: Marc ve Bella

                “Merhaba!

                Burayı geçen yazdan yazdan beri çok boşladım biliyorum. Aranızda buraya yazdığımı -burada kendi kendime konuştuğumu desem daha doğru olur- unutmuş olanlar vardır. Hatta hiç bilmeyenler, hatta “Bana ne ulan ayı…” diyenleriniz de vardır.

                Evet, öncelikle burayı neden boşladım? Geçen sene 24 Mart'ta dedemi kaybettiğimden beri hayatımda hiçbir şey yolunda gitmemeye başlamıştı çünkü. Temmuz hayatında hayatım iyice patlak verdi. Özel hayatımda yaşadığım başka şeyler, okulumun kapatılması falan derken anlayacağınız çok da aklıma gelmedi buraya yazmak. Ben o sıralar daha çok defterler dolusu resim çizmek, içmek ve herhangi bir şekilde hayatımı sona erdirmeye götüm yemediği için her gün otuz beş farklı şekilde kendimi nasıl öldürebileceğimi hayal etmekle meşguldüm. Çok yazdım açıkçası, ama size yazmadım. Kendim için yazdım, bana kendimi kötü hissettirenlere yazdım… Defterler dolusu çizdiğim gibi defterler dolusu yazdım da. O defterlerden birini daha sonra parçaladım, birini attım, bir diğerinin de sayfalarını koparıp şu anki sevgilimle almış olduğumuz (aslında onun aldığı ama bana verdiği) kibritlerle yaktım.  (Kibrit meselesi ayrı bir konu, sadece sevdiğim insana ait şeyleri biriktirmeyi seviyorum. Kibrit, sinema biletleri, verdiği hediyenin torbasını bile… Tam bir istifçiyim sanırım. Ya da aşırı sevince sapıtıyorum.)

                Peki, neden şimdi yazmak istedim? Bilmem… İstedim işte! Bazen böyle yazmak isterim. Size iğrenç geçen geçen seneki yazımdan bahsetmek istemiyorum, çünkü güzel şeylerden konuşalım istiyorum. Elimde olsa doğrusu size sabaha kadar “birini sevmenin ne kadar güzel bir his olduğunu”, ya da “sevdiğin kişiyle konuşurken içine nasıl sıcak bir güven duygusunun yayıldığını” anlatmak isterdim. Fakat sevgi üstüne bir şeyler yazınca yazılan şey sen ve sevdiğin arasında kalsın istiyorsun (yani en azından ben öyle istiyorum). Çünkü iki kişi arasındaki iyi kötü her şeyden başkasına ne? Öyle değil mi?

                Neyse... Ben size şeyi anlatayım… Ben size neyi anlatayım ya… Vallahi ben size anlatacak bir şey bulamadım… Ben bu yazıyı burada kesip biraz kitap okuyayım ve sonra uyuyayım. Bakalım ben yarın size anlatacak bir şey bulabilecek miyim?”

                Yukarıdaki girişi yapmamın üzerinden dört ay geçmiş…

                Dört ayda elbet yazacak şeyler buldum, lakin unuttum. Sil baştan başlıyorum gibi düşünün. Evet, dediğim gibi sizlere “depresyonu nasıl atlattım ve aşk beni nasıl buldu” konulu şeyler anlatmayacağım, hayatımın en güzel hikayesi olabilir belki bu, her gecenin ardından açan güneş muamelesi gösterdiğim yegâne şey de olabilir, ama bir bloğa yazılmak için fazla özel.

                Özeli özel yapan orada kalmasıdır…

                Ben size yine de güzel bir aşkı anlatmak isterim.

                Ben size Marc ve Bella’yı anlatmak isterim, elimden geldiğince… Elimden geldiğince diyorum çünkü biliyorsunuz sevdiğim insanların (özellikle böyle önemli insanların) hayatını dile getirip anlatmak benim için bir hobi ve bazı şeyleri ben de sizinle öğrenmiş oluyorum. O yüzden sürçülisan eylersem af ola diyor ve başlıyorum:

İşte hikayemizin kahramanları: Marc Chagall ve eşi Bella Rosenfeld Chagall


1) Kim Bu Marc?

                “Adım Marc, iç dünyada çok duygusalım ve cüzdanım boş. Fakat herkes benim yetenekli olduğumu söylüyor.”

                Sahiden kim bu Marc da ben oturmuş size onu anlatıyorum? Marc Chagall Yahudi kökenli Rus bir ressam. Yahudi kökenli olduğuna değinmemin nedeni benim kalpsiz faşist bir hıyar olmam değil, zira Marc 7 Temmuz 1887 yılında dünyaya geldi ve 28 Mart 1985 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Eh, yaşadığı yıllar arasındaki savaşları düşünürsek, hayat bir Yahudi için pek de kolay sayılmazdı. (Faşist hıyar ben değil, dünyaymış!) 


                “Eğer Yahudi olmasayadım... Ressam olamazdım ya da çok farklı bir ressam olurdum.”


                Küçük yaştan itibaren ailesi “Benim oğlum okuyacak büyük adam olacak, getir evladım karneni, bakayım, aferin, yav bu çocuğun çizimi de iyi he mimar olacak benim oğlum” falan diyorlardı ama yetenek ve tutku daha ağır basmış olacak ki, Marc önce yerli ünlü ressamlarından Yehuda Pen’in atölyesinde çalışmaya ve ondan resme dair temel unsurları öğrenmeye başladı. Fakat burada çok uzun süre kalmadı, yaklaşık bir sene sonra St. Petersburg’a taşındı. Böylece akademik anlamda resim eğitimi almaya başlamış oldu. Tabii orada eğitim de görüyor olsa o dönem St. Petersburg, Yahudiler için yaşaması zor bir yerdi. Yahudiler şehirde özel izinle kalabiliyorlardı ve şehirde yaşamaları – yaşamaya devam etmeleri çeşitli izinlere bağlıydı. Bu izinlere uymadığı için Marc hapis bile yattı! Bütün bu zorluklara rağmen St. Petersburg’da 2-3 yıla kadar kalan Marc, ara ara memleketini ziyaret ediyordu tabii ki. Ve işte o ziyaretlerden birinde, “bam”! “Bam”? Evet “bam”. Lütfen bu “bam”ı Rönesans resimlerindeki tombik bebek meleklerin attığı aşk okunun ses efekti olarak düşünelim, çünkü Marc aşık oldu…

                Bella’ya…

2) Peki İyi De Bella Kim?

                Bella Rosenfeld, sekiz çocuklu ve kuyumculukla uğraşan bir ailenin kızı olarak 1895’de dünyaya geldi. (Ailenin mesleğini belirtme ihtiyacı duymamın sebebi paragöz manyağın teki olmam değil, klasik “zengin kız fakir oğlan” hikayesi olduğunu belirtmek için eheh…)

                Zarif, güzel ve döneminin cool kadınlarından olan Bella aynı zamanda yazardı da. Anlayacağınız her erkeğin dikkatini çeken bir kadındı fakat hayatta varlığını kanıtlamak için elbette bir erkeğin dikkatini çekmeye muhtaç değildi. Küçüklüğünden beri tiyatro ve resimle ilgilenen Bella’nın bu konular hakkında yazdığı yazılar o daha üniversitede okurken gazetelere çıkmıştı. Anlayacağınız kendisi bilgili ve güçlü bir kadındı.

                1909 yılında birgün arkadaşlarını ziyarete giden Bella burada Marc ile tanışır ve tabiri caizse bu “ilk görüşte aşk”tı. Tam 35 sene sürecek bir “ilk görüş”tü bu.

                Tanışmalarından çok kısa bir süre sonra da çift nişanlandı. Fakat bu nişanlanma Bella’nın ailesi tarafından hoş karşılanmadı. Rosenfeldler, kızlarının daha “kendilerinin dengi” bir ailenin oğlu ile nişanlanmasını istemekteydi. Bu durum Marc ve Bella’yı ayırmaya yetmedi belki ama bundan sonrası için hayatlarını zamana yaymamaya zorladı.

                Nişandan bir yıl sonra, yani 1910’da, Marc kübizm ve fütürizm üzerine çalışmak için Fransa’ya taşındı. Burada Picasso, Leger, Delaunay, Modigliani gibi arkadaşlar edindi kendine. (Hocam yalnız arkadaş çevresine bakar mısın ne güzel muhabbet dönmüştür orada. Bir tane bile normal adam yok, felaket iyi ortam. Resmen arkadaş grubuna girmek için IQ ve yetenek sınırı arıyorlar.)

3) Evlenme Teklifi

                Dört yıl sonra Marc Berlin’de ilk sergisini açtı ve Bella’ya bir mektup yazdı. Yazdığı bu mektupta Bella’ya evlenme teklifi ediyordu.

                Kulağa her şey iyi gibi, artık düze çıkmış gibi geliyor değil mi? Değil… Yıl 1914, I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini düşünürsek, o kadar da iyi değil… Marc’ın Rusya’ya geri dönüp Bella ile evlenmesinin ardından I. Dünya Savaşı resmi olarak başladı. Savaş elbet de Chagallları da etkiledi. Çift St. Petersburg’a taşındı. Bundan bir sene sonra, 1916’da da kızları Ida dünyaya geldi. Marc ara ara Fransa’ya gidiyordu ve Ida da o Fransa’dayken doğmuştu. Marc, kızını doğduktan 4 hafta sonra görebilmişti. 1918 yılında da Marc ve Bella’nın memleketi olan Vitebsk Sovyet kontrolünün altına girdi. Sovyet Hükümeti Marc’ı Vitebsk bölgesinin Güzel Sanatlar İşleri Komiseri yaptı. (Vallahi böyle bir şeyin varlığını ben de yeni öğrendim, vay arkadaş.) Chagall orada Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni kurdu ve buraya müdür oldu. Yinede Sovyet sistemi ve politikasıyla ters düşmeye başladı. Malevitch ve Kandinsky ile ihtilafları sonucunda da Akademi’den uzaklaştırıldı. O ve Bella, önce 1920 yılında Moskova'ya taşındılar. Üç sene sonra 1923'te ise Paris'e geri döndüler. Bu dönemde, Chagall'ın orijinali Rusça yazdığı anıları İbranice ve eşi Bella'nın çevirisiyle Fransızca yayınlandı. Aynı günlerde, İbranice makaleler, şiirler ve denemeler de yazdı. 1937 yılında ise Fransa vatandaşlığına geçti. Bunların dışında Bella eşinin çalışmalarında modellik yapmaya başladı. Marc, Bella’nın onun “ilham perisi” olduğuna inanıyordu.


                İlham perisi olmak… Bir insana ilham perisi olmak bana mükemmel derecede romantik geliyor. Bir insanın sanatını ya da düşünce dünyasını etkileyecek kadar seviliyorsun. Mükemmel bir şey değil mi ya? Yani bahsi geçen kişi zaten sanatçı, eğer “güzel” bir şey yaratmak isterse ne yapar eder yaratır (İlla güzel olmak zorunda mı, neye göre güzel kime göre güzel tartışılır da buna sonra değiniriz), ama yok yani o senden ilham alıyor bir şekilde senden bir şey ekliyor… Müthiş bir şey ya.

Lovers in Pink


Flying Couple


The Birthday


Bella With White Collar


                Neyse konumuza geri dönelim…

                II. Dünya Savaşı sırasında Naziler Fransa’yı işgal etti ve Yahudileri sürmeye başladı. Marc ve Bella kızlarıyla birlikte sırasıyla Marsilya, İspanya ve Portekiz’e gidip en sonunda Amerika’ya yerleştiler. Üç yıl sonra Marc’ın biricik ilham perisi Bella viral enfeksiyonun oluşturduğu kan zehirlenmesi nedeniyle hayata gözlerini yumdu.

                Bunun üzerine Marc tam 8 sene sürecek bir depresyon ve karamsarlık dönemine girdi. Bu eserlerine de yansıdı.

                Sonra? Sekiz senenin sonunda Marc yeniden evlendi. (Erkek değil mi hepsi aynı işte puh!) Resimleri yeniden renklerle ve hayatla doldu. Fakat asla içinde Bella olan resimleri kadar güzel olamadı. (Puh ama o kadar da puh değil hani…). 97 yaşında, 1985 yılında Marc da hayata gözlerini yumdu ve Bella’sına yeniden kavuştu.

                Bir aile dramı, iki savaş, soykırım, bir ülkenin yıkılıp yeniden kurulması ve bütün bunlar olurken ölüm onları ayırana kadar ayrılmayan, 35 yıl boyunca beraber olan, birbirlerini sanatlarına taşıyan bir çift…

                Daha önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Aşk o kadar da imkansız veya zor bir şey değil, onu imkansız ya da zor yapan bizim tavırlarımız…”


                Sanırım haklıymış… Marc ve Bella da bunun örneği. 
                
                Her ne olursa olsun Marc'ın eserlerine, ya da ikisinin fotoğraflarına bakarken biliyorum ki istemsizce bir naiflik, bir sıcaklık saracak sizi.