17 Şubat 2020 Pazartesi

TOLERANS PARADOKSU: Düşünce ve İfade Özgürlüğü Herkes İçin Değildir!


Neredeyse üç sene olmuş ben en son yazımı yazdığımdan beri… Oysaki o zamanlar söz vermiştim sizlere “Yeniden bloğa düzenli yazacağım!” diye.🤦‍♀️

            Aslında düzenli yazacaktım fakat okunma oranlarımın düşmüş olması üzmüştü beni. Artık bir dinozor gibi blog yazmanın değil de YouTube videoları çekmenin moda olduğu bir çağda bu durumun tarafımca öngörülebilir olması gerekirdi. Ama öngöremedim, bir de üstüne uzun süre ara verdim. Sonra bir gün bloğa şöyle bir baktım da ben hiçbir güncelleme yapmadığım, hiçbir paylaşımda bulunmadığım halde kendi kendine az da olsa okunma oranı artmış, hatta iki-üç yorum bile gelmiş yazılarıma.

            Böylece bir şeyi fark ettim, Twitter’ın sadece rahatlamak, sadece nefes almak amaçlı oluşturduğu habis linç ortamının yanında benim uzun uzadıya yazılarımın sadece hemfikir olduğum veya benle ayrı fikirde olsa da önce beni dinleyip tezime anti-tez sunabilecek insanların bulunduğu bu blog ortamı aslında benim “kendime ait bir odamdı.” (Virginia Woolf’a sevgilerle.)

            Bu yüzden bu yazımın konusunu özellikle seçtim: Düşünce ve ifade özgürlüğü herkes için değildir!

            Yalan yok, Twitter’da bazı mantıklı, makul, doğru, yapılması gereken linçlere de sahne olduk. Örneğin Şule ÇET davasında “O da o saatte niye oradaymış kız başına” diyenlerin tweetleri gibi. Veya aynı davada delil karatma yoluna giden, Avukatlık Kanunu uyarınca avukatlık mesleğinin etik ve vicdani değerlerini iki paralık eden sanık müdafii gibi. Daha iyi bir toplum için, en azından nabzı internette atan genç kuşağa ulaşmak bakımından sağladığı kolaylık düşünüldüğünde, sosyal medya linçlerini destekliyorum. Tabii ki hukuka ve etiğe uygun olduğu ölçüde! Örneğin ceza yargılamasının temel ilkesi olan masumluk karinesine halel gelmeden, ama sırf ona halel gelmesin diye de bir neslin akıl ve vicdanını zedelemeden. Tabii bu çok hassas bir denge, bunun bilincindeyim. Ama bu dengenin zamanla yerine oturacağına da inanmak istiyorum.

            İşte dananın kuyruğu kanımca burada kopuyor: Bu linçler esnasında gerçekten akla ve mantığa, vicdana aykırı pek çok söylem için “Bu benim görüşüm, sana ne! Nerede kaldı ifade özgürlüğü! İşinize gelince ifade özgürlüğü dersiniz ama!” diyenler beliriyor bir anda. Yani ifade özgürlüğü var diye senin bir insanın, bir azınlığın, bir toplumun, bir milletin canına, malına ve haklarına gaspına dair fikrine de tolerans tanımalı mıyız?

            İşte bu soruya ünlü filozof Karl Popper cevap veriyor: “HAYIR.”




“Popper’a göre sınırsız tolerans nihai toleransın ölümüne sebep olur.”

            Popper’ın mantığını şöyle özetleyebiliriz: Sınırsız hoşgörü, en sonunda hoş görüyü yok edecektir. Nasıl mı? Örneğin elimizde beş kişi olsun:

  • Bu beş kişiden biri pedofiliyi savunsun. Bunu kendince de bilime, dine veya sosyolojik başka bir nedene dayandırsın.
  • Kalan dört kişiden biri de bu düşünceye şiddetle karşı çıksın.
  • Kalan üç kişiden biri karşı çıkmakla beraber her fikrin konuşulmaya değer olduğunu savunsun.
  • Kalan iki kişi de bu pedofiliyi meşrulaştırma konusunda kararsız olsun.
  • Bu durumda tek bir kişi, onu desteklemeyen ve ifade özgürlüğünü savunan kişi sayesiyle zamanla söylemleri ile diğer iki kişiyi de etkileyebilir. Bu durumda ikiye karşı üç oyla pedofiliyi herhangi bir meşru zemine indirebilir.
            Örnek vurucu olsun diye pedofiliden seçtim, bu yüzden kalkıp “Yok artık bu kadarını da kimse kabul etmez!” demeyin. Zira şu an Twitterda bunu alenen savunan 10 insan bulmam tek tıklamaya bakar. Arkadaşlar çok klasik bir örnektir ama “ifade özgürlüğüne gösterilen tolerans” sebebiyle bir dönem Yahudiler yakılıp sabun yapıldı hani, bir düşününce işin ulaşacağı boyutlar hiç güldürmeyen bir şaka gibi.


(Mobilden giriyorsanız görsele tıklayarak büyütebilirsiniz.)

            Bu yüzden hoşgörülü bir toplum içerisinde hoşgörüsüz olanlar ve kendisi gibi olmayanları cezalandırmak, yok etmek, öldürmek isteyenler sistemin dışına atılmalı, esasında onlar cezalandırılmalıdır.

            Hayat tatlı pembe bulutlar ardında sandığımız kadar liberal olmadığı için üzgünüm. Ama görüldüğü üzere kaba tabirle bir “dirlik düzenlik” kurulabilmesi için toplumda ve toplumun bir uzantısı olan internet üzerindeki mecralarda kadın çalıştırılamaz, kadın dediğin evde oturur, kız çocuklarıyla evlenilebilinir , kadın dediğin kapanmak zorundadır, Suriyelilere siktirsin memleketine gitsin, oğlan çocuklarına anne sütü emdirmek kadın sömürüsüdür, aşı aslında emperyalist güçlerin bir oyunudur ve çocuklarımızı aşı hasta eder vb. şeyler diyenler gibi kaba ve sert örnekleri linç etmemiz gerektiği kadar bence “ya ama o da fikrini ifade etsinnn” diyen tatlı minik liberalleri de linç etmemiz gerekir. İşte şu an belli kesimlerce anlaşılamayan bir diğer konu da budur bence: İnsanlar kıllarını almayan bir kadının fotoğrafına, biber dolmasının içini de dışını da yiyen insanlara veya herhangi bir popüler filmi beğenmediğini söyleyen herhangi birine o kadar yersiz ve gereksiz bir nefret kusuyor ki, toplum içinde linçlenip dışlanmak cezalandırıcı olma özelliğini kaybediyor. Hatta bir yerden sonra “milleti kudurttum  amk ehehe” şeklinde bir övgü malzemesi gibi görülüyor. Bu durumda örneğin trans haklarına saldıran bir şahsı linçlemek veya oğluna okul pantolonu alamadığı için intihar eden baba hakkında “parayı kesin karı kızla yiyordur bu herif” diyen dangalağı linçlemenin bir değeri kalmıyor. Çünkü sistem bir başka açıdan çökmüş oluyor.

            Tabii siz yine de beni veya Karl Popper dedemizi linçleyebilirsiniz. Nasılsa zalime vurmaktansa züğürdü dövmek daha risksizdir.
           

4 Ağustos 2017 Cuma

Nahif ve İçinizi Isıtacak Bir Aşk: Marc ve Bella

                “Merhaba!

                Burayı geçen yazdan yazdan beri çok boşladım biliyorum. Aranızda buraya yazdığımı -burada kendi kendime konuştuğumu desem daha doğru olur- unutmuş olanlar vardır. Hatta hiç bilmeyenler, hatta “Bana ne ulan ayı…” diyenleriniz de vardır.

                Evet, öncelikle burayı neden boşladım? Geçen sene 24 Mart'ta dedemi kaybettiğimden beri hayatımda hiçbir şey yolunda gitmemeye başlamıştı çünkü. Temmuz hayatında hayatım iyice patlak verdi. Özel hayatımda yaşadığım başka şeyler, okulumun kapatılması falan derken anlayacağınız çok da aklıma gelmedi buraya yazmak. Ben o sıralar daha çok defterler dolusu resim çizmek, içmek ve herhangi bir şekilde hayatımı sona erdirmeye götüm yemediği için her gün otuz beş farklı şekilde kendimi nasıl öldürebileceğimi hayal etmekle meşguldüm. Çok yazdım açıkçası, ama size yazmadım. Kendim için yazdım, bana kendimi kötü hissettirenlere yazdım… Defterler dolusu çizdiğim gibi defterler dolusu yazdım da. O defterlerden birini daha sonra parçaladım, birini attım, bir diğerinin de sayfalarını koparıp şu anki sevgilimle almış olduğumuz (aslında onun aldığı ama bana verdiği) kibritlerle yaktım.  (Kibrit meselesi ayrı bir konu, sadece sevdiğim insana ait şeyleri biriktirmeyi seviyorum. Kibrit, sinema biletleri, verdiği hediyenin torbasını bile… Tam bir istifçiyim sanırım. Ya da aşırı sevince sapıtıyorum.)

                Peki, neden şimdi yazmak istedim? Bilmem… İstedim işte! Bazen böyle yazmak isterim. Size iğrenç geçen geçen seneki yazımdan bahsetmek istemiyorum, çünkü güzel şeylerden konuşalım istiyorum. Elimde olsa doğrusu size sabaha kadar “birini sevmenin ne kadar güzel bir his olduğunu”, ya da “sevdiğin kişiyle konuşurken içine nasıl sıcak bir güven duygusunun yayıldığını” anlatmak isterdim. Fakat sevgi üstüne bir şeyler yazınca yazılan şey sen ve sevdiğin arasında kalsın istiyorsun (yani en azından ben öyle istiyorum). Çünkü iki kişi arasındaki iyi kötü her şeyden başkasına ne? Öyle değil mi?

                Neyse... Ben size şeyi anlatayım… Ben size neyi anlatayım ya… Vallahi ben size anlatacak bir şey bulamadım… Ben bu yazıyı burada kesip biraz kitap okuyayım ve sonra uyuyayım. Bakalım ben yarın size anlatacak bir şey bulabilecek miyim?”

                Yukarıdaki girişi yapmamın üzerinden dört ay geçmiş…

                Dört ayda elbet yazacak şeyler buldum, lakin unuttum. Sil baştan başlıyorum gibi düşünün. Evet, dediğim gibi sizlere “depresyonu nasıl atlattım ve aşk beni nasıl buldu” konulu şeyler anlatmayacağım, hayatımın en güzel hikayesi olabilir belki bu, her gecenin ardından açan güneş muamelesi gösterdiğim yegâne şey de olabilir, ama bir bloğa yazılmak için fazla özel.

                Özeli özel yapan orada kalmasıdır…

                Ben size yine de güzel bir aşkı anlatmak isterim.

                Ben size Marc ve Bella’yı anlatmak isterim, elimden geldiğince… Elimden geldiğince diyorum çünkü biliyorsunuz sevdiğim insanların (özellikle böyle önemli insanların) hayatını dile getirip anlatmak benim için bir hobi ve bazı şeyleri ben de sizinle öğrenmiş oluyorum. O yüzden sürçülisan eylersem af ola diyor ve başlıyorum:

İşte hikayemizin kahramanları: Marc Chagall ve eşi Bella Rosenfeld Chagall


1) Kim Bu Marc?

                “Adım Marc, iç dünyada çok duygusalım ve cüzdanım boş. Fakat herkes benim yetenekli olduğumu söylüyor.”

                Sahiden kim bu Marc da ben oturmuş size onu anlatıyorum? Marc Chagall Yahudi kökenli Rus bir ressam. Yahudi kökenli olduğuna değinmemin nedeni benim kalpsiz faşist bir hıyar olmam değil, zira Marc 7 Temmuz 1887 yılında dünyaya geldi ve 28 Mart 1985 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Eh, yaşadığı yıllar arasındaki savaşları düşünürsek, hayat bir Yahudi için pek de kolay sayılmazdı. (Faşist hıyar ben değil, dünyaymış!) 


                “Eğer Yahudi olmasayadım... Ressam olamazdım ya da çok farklı bir ressam olurdum.”


                Küçük yaştan itibaren ailesi “Benim oğlum okuyacak büyük adam olacak, getir evladım karneni, bakayım, aferin, yav bu çocuğun çizimi de iyi he mimar olacak benim oğlum” falan diyorlardı ama yetenek ve tutku daha ağır basmış olacak ki, Marc önce yerli ünlü ressamlarından Yehuda Pen’in atölyesinde çalışmaya ve ondan resme dair temel unsurları öğrenmeye başladı. Fakat burada çok uzun süre kalmadı, yaklaşık bir sene sonra St. Petersburg’a taşındı. Böylece akademik anlamda resim eğitimi almaya başlamış oldu. Tabii orada eğitim de görüyor olsa o dönem St. Petersburg, Yahudiler için yaşaması zor bir yerdi. Yahudiler şehirde özel izinle kalabiliyorlardı ve şehirde yaşamaları – yaşamaya devam etmeleri çeşitli izinlere bağlıydı. Bu izinlere uymadığı için Marc hapis bile yattı! Bütün bu zorluklara rağmen St. Petersburg’da 2-3 yıla kadar kalan Marc, ara ara memleketini ziyaret ediyordu tabii ki. Ve işte o ziyaretlerden birinde, “bam”! “Bam”? Evet “bam”. Lütfen bu “bam”ı Rönesans resimlerindeki tombik bebek meleklerin attığı aşk okunun ses efekti olarak düşünelim, çünkü Marc aşık oldu…

                Bella’ya…

2) Peki İyi De Bella Kim?

                Bella Rosenfeld, sekiz çocuklu ve kuyumculukla uğraşan bir ailenin kızı olarak 1895’de dünyaya geldi. (Ailenin mesleğini belirtme ihtiyacı duymamın sebebi paragöz manyağın teki olmam değil, klasik “zengin kız fakir oğlan” hikayesi olduğunu belirtmek için eheh…)

                Zarif, güzel ve döneminin cool kadınlarından olan Bella aynı zamanda yazardı da. Anlayacağınız her erkeğin dikkatini çeken bir kadındı fakat hayatta varlığını kanıtlamak için elbette bir erkeğin dikkatini çekmeye muhtaç değildi. Küçüklüğünden beri tiyatro ve resimle ilgilenen Bella’nın bu konular hakkında yazdığı yazılar o daha üniversitede okurken gazetelere çıkmıştı. Anlayacağınız kendisi bilgili ve güçlü bir kadındı.

                1909 yılında birgün arkadaşlarını ziyarete giden Bella burada Marc ile tanışır ve tabiri caizse bu “ilk görüşte aşk”tı. Tam 35 sene sürecek bir “ilk görüş”tü bu.

                Tanışmalarından çok kısa bir süre sonra da çift nişanlandı. Fakat bu nişanlanma Bella’nın ailesi tarafından hoş karşılanmadı. Rosenfeldler, kızlarının daha “kendilerinin dengi” bir ailenin oğlu ile nişanlanmasını istemekteydi. Bu durum Marc ve Bella’yı ayırmaya yetmedi belki ama bundan sonrası için hayatlarını zamana yaymamaya zorladı.

                Nişandan bir yıl sonra, yani 1910’da, Marc kübizm ve fütürizm üzerine çalışmak için Fransa’ya taşındı. Burada Picasso, Leger, Delaunay, Modigliani gibi arkadaşlar edindi kendine. (Hocam yalnız arkadaş çevresine bakar mısın ne güzel muhabbet dönmüştür orada. Bir tane bile normal adam yok, felaket iyi ortam. Resmen arkadaş grubuna girmek için IQ ve yetenek sınırı arıyorlar.)

3) Evlenme Teklifi

                Dört yıl sonra Marc Berlin’de ilk sergisini açtı ve Bella’ya bir mektup yazdı. Yazdığı bu mektupta Bella’ya evlenme teklifi ediyordu.

                Kulağa her şey iyi gibi, artık düze çıkmış gibi geliyor değil mi? Değil… Yıl 1914, I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini düşünürsek, o kadar da iyi değil… Marc’ın Rusya’ya geri dönüp Bella ile evlenmesinin ardından I. Dünya Savaşı resmi olarak başladı. Savaş elbet de Chagallları da etkiledi. Çift St. Petersburg’a taşındı. Bundan bir sene sonra, 1916’da da kızları Ida dünyaya geldi. Marc ara ara Fransa’ya gidiyordu ve Ida da o Fransa’dayken doğmuştu. Marc, kızını doğduktan 4 hafta sonra görebilmişti. 1918 yılında da Marc ve Bella’nın memleketi olan Vitebsk Sovyet kontrolünün altına girdi. Sovyet Hükümeti Marc’ı Vitebsk bölgesinin Güzel Sanatlar İşleri Komiseri yaptı. (Vallahi böyle bir şeyin varlığını ben de yeni öğrendim, vay arkadaş.) Chagall orada Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni kurdu ve buraya müdür oldu. Yinede Sovyet sistemi ve politikasıyla ters düşmeye başladı. Malevitch ve Kandinsky ile ihtilafları sonucunda da Akademi’den uzaklaştırıldı. O ve Bella, önce 1920 yılında Moskova'ya taşındılar. Üç sene sonra 1923'te ise Paris'e geri döndüler. Bu dönemde, Chagall'ın orijinali Rusça yazdığı anıları İbranice ve eşi Bella'nın çevirisiyle Fransızca yayınlandı. Aynı günlerde, İbranice makaleler, şiirler ve denemeler de yazdı. 1937 yılında ise Fransa vatandaşlığına geçti. Bunların dışında Bella eşinin çalışmalarında modellik yapmaya başladı. Marc, Bella’nın onun “ilham perisi” olduğuna inanıyordu.


                İlham perisi olmak… Bir insana ilham perisi olmak bana mükemmel derecede romantik geliyor. Bir insanın sanatını ya da düşünce dünyasını etkileyecek kadar seviliyorsun. Mükemmel bir şey değil mi ya? Yani bahsi geçen kişi zaten sanatçı, eğer “güzel” bir şey yaratmak isterse ne yapar eder yaratır (İlla güzel olmak zorunda mı, neye göre güzel kime göre güzel tartışılır da buna sonra değiniriz), ama yok yani o senden ilham alıyor bir şekilde senden bir şey ekliyor… Müthiş bir şey ya.

Lovers in Pink


Flying Couple


The Birthday


Bella With White Collar


                Neyse konumuza geri dönelim…

                II. Dünya Savaşı sırasında Naziler Fransa’yı işgal etti ve Yahudileri sürmeye başladı. Marc ve Bella kızlarıyla birlikte sırasıyla Marsilya, İspanya ve Portekiz’e gidip en sonunda Amerika’ya yerleştiler. Üç yıl sonra Marc’ın biricik ilham perisi Bella viral enfeksiyonun oluşturduğu kan zehirlenmesi nedeniyle hayata gözlerini yumdu.

                Bunun üzerine Marc tam 8 sene sürecek bir depresyon ve karamsarlık dönemine girdi. Bu eserlerine de yansıdı.

                Sonra? Sekiz senenin sonunda Marc yeniden evlendi. (Erkek değil mi hepsi aynı işte puh!) Resimleri yeniden renklerle ve hayatla doldu. Fakat asla içinde Bella olan resimleri kadar güzel olamadı. (Puh ama o kadar da puh değil hani…). 97 yaşında, 1985 yılında Marc da hayata gözlerini yumdu ve Bella’sına yeniden kavuştu.

                Bir aile dramı, iki savaş, soykırım, bir ülkenin yıkılıp yeniden kurulması ve bütün bunlar olurken ölüm onları ayırana kadar ayrılmayan, 35 yıl boyunca beraber olan, birbirlerini sanatlarına taşıyan bir çift…

                Daha önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Aşk o kadar da imkansız veya zor bir şey değil, onu imkansız ya da zor yapan bizim tavırlarımız…”


                Sanırım haklıymış… Marc ve Bella da bunun örneği. 
                
                Her ne olursa olsun Marc'ın eserlerine, ya da ikisinin fotoğraflarına bakarken biliyorum ki istemsizce bir naiflik, bir sıcaklık saracak sizi.






7 Temmuz 2016 Perşembe

GÜZEL ESERLERİN KÖTÜ ÖZETLERİ

Merhaba arkadaşlar!

  Uzun zamandır yazmıyordum. Aslında yazmak istediğim çok şey var ama bağlayamıyorum birbirine.

  Sizinle bir arkadaş, bir dost, bir kanka, bir okey yancısı, bir “anne bu gece x’de kalabilir miyim” yalanındaki x olarak, o samimiyetle konuşarak okuduğum kitapların “kötü özetini” yapmaya karar verdim. Kötü özet nedir? Şimdi görecekseniz. Eh, başlıyorum o zaman ben?

NOT: Şu notu yazıp bazılarınıza geri zekalı muamelesi yapacağım için özür dilerim ama amaç zaten “kötü özet” yapmak. Yani kalkıp da “offf sen bu kitapları götünle mi okudun ya” tepkisi vermeyin.

NOT NOT: Listeye koyduğum her kitap (Tamam Yılkı Atı hariç her kitap) gerçekten sevdiğim, beğendiğim ve elbette ki edebi değeri tartışılmaz olan kitaplar. O yüzden aralarında okumadığınız varsa okuyun derim.

NOT NOT NOT: “Kızım sen niye her şeyi sekse bağlıyon lan” dememeniz için uyarıyorum, bir şeyin “kötü” özetini yapıyorsan içindeki “kötüleştirmeye müsait olan” konuyu ön plana çıkarırsınız. Güzel ve önemli olan bir eseri çirkinleştirmek için içindeki katili, kumarbazı, şerefsizi; eğer bunlar yoksa da cinselliği ön plana çıkarmak gerekiyor.



ADALET AĞAOĞLU – HAYIR
Profesör bir kadın var adı Aysel. İyice yaşlanmış, kafayı yemiş. Yeni araştırması hakkında bir konferansa giderken otuz kırk sayfa boyunca annesinden kalan gül desenli ipek çorapları deniyor. İşte annesi bu çorapları ilk gerdek gecesinde giymiş diye böyle bıyık altı gülmeler falan, “Bizim de hayatımızdan ne erkekler geçti ha, fakat kabul edelim güzel geçti.” diye düşüncelere dalıyor. Buraya kadar her şey romantik gibi derken Aysel teyzenin yüzyılın en geniş en rahat insanı, gavatlık kurumunda müdür olmuş birisi olduğunu öğreniyoruz: Zira kocası bunu yeğeniyle boynuzlamış, o da bu aşka “helal olsun lan aferin he keratalar sizi ehehe” tepkisi vermiş, üstüne üstlük düğünlerine falan gitmiş. Sonra işte öğrencilerinden biriyle yatmış falan zamanında. O dönem bir de sosyalist bu. Haliyle çok sevmiyorlar bu kadını, atıyorlar falan okuldan. Burada anlayacağınız gibi kadının cinsel özgürlüğü ve sosyalizm temalı mesajlar alıyoruz. Bu arada ortada sürekli slip donla dolaşan bir sanatçı arkadaş var. Bu Aysel’in evine giderken elli sayfa boyunca fantezi kuruyor “acaba şu an evde çıplak mı” gibi ya da “acaba öldü mü belki evde ölü yatıyordur” gibi. Ölüsünün bile “derisi nasıl yere düşmüştür acaba ya oyşşş” modunda hayal eden tam bir ruh hastası yani. Bir de gerçekten değinmeden edemeyeceğim ama, Adalet Hanım slip don ne Allah aşkına ya? Üzerinde “Çalıştırmak için butonu kaldır xD” yazan boxer bile daha cezbedici. Hayır, biz zaten her yaz kumsalda slip ile gezen, güneşten pancar olmuş Alman dedeler görmekten sıkıldık. Bu ne şimdi?



ORHAN KEMAL – EL KIZI
Hacer diye bir kadın var tam bir fettan kaynana, yemin ediyorum Firdevs Yöreoğlu’nu binle çarpar, üssünü on falan alır. Tam bir kokoş. Torunu var Haldun tam bir şeker parçası. Torunu kendisi babaanne deyince sinirleniyor, öyle bir gençlik düşkünü. Oğlu var Mazhar. Mazhar şehrin en iyi, en aranan avukatlarından biri… Çok da yakışıklı… John F. Kennedy Jr. gibi bir adam yani. Biraz daha yerli bir örnek vermek gerekirse: Kıvanç Tatlıtuğ’a takım elbise giydiriyorsunuz ve onu bok gibi para kazanan bir avukat olarak hayal ediyorsunuz. Yani yakışıklılık, sosyal statü, para ne ararsan bunda… Bunun bir de karısı var Nazan. Nazan tam bir saftron. Kaç yıldır evliler hâlâ utandığı için kocasına sarılamıyor bile. Öyle sarılmakmış, öpmekmiş, cilveymiş falan hiç yok. Aşırı güzel kadın ama “seks?” desen yere yatıp ölü taklidi yapacak ve tehlikenin geçmesini bekleyecek. Mazhar tabi bu durumdan çok şikâyetçi… Hayatta istediği her sahada istediği her şeyi elde etmiş ama evdeki saha yıllardır şampiyonluk görmemiş. Taraftar üzgün. Taraftar şampiyonluk istiyor. Adamın östrojen bombası gibi olan annesi Hacer de gaza getiriyor bunu “Ay oğluşkom erkeğin elinin kiri” diye. Bu Mazhar pavyona gidiyor. Orada konsomatris Jale geliyor bunun masasına. Önce bunlar sadece rakı içip dertleşiyorlar. Sonra alkolün etkisiyle bir şeyler oluyor da bu Jale’nin göğsünü görüyor. “Lan meme böyle bir organ mıydı anasını satayım vuhuhuhu” tarzı bir kafaya giriyor. Sonra işte Nazan’ı evden kovup boşamalar, çocuğu göstermemeler, Jale ile evlenmeler falan derken olayların içine bir de cinayet giriyor. Hatta bizim Nazan bir ara hayat kadını oluyor, kocasına sarılamayan kadın lezbiyen ilişkilere bile giriyor para için. Özetle Orhan Kemal çılgın fantezilerini döktürmüş biraz. Ama güzel kitaptır yav, benim kötü özet yaptığımı unutmayın. Ha bir de koskoca Orhan Kemal’i de “Oha seks var lan” mantığı ile okuyacaksanız hiç okumayın.



STENDHAL –KIZIL İLE KARA
Julien Sorel diye bir lavuk var. Tam bir faydasız… Sürekli kitap falan okuyor, hayvan gibi Latince öğrenmiş bu yüzden çomar olan köylü ailesi bunu pek sevmiyor. Bu da rahip mi olsam asker mi olsam diye düşünüp duruyor, neden çünkü dönemin en popüler iki mesleği. Günümüzde “Hocam tıp tutuyor ama mühendislik de yazayım mı sizce”si o dönem rahiplik ve askerlik yani. Neyse bu ilk manastıra katılıyor ama bu sefer de tanrı inancını sorguluyor falan, onun yerine diyor ki “ben çok hırslı pezevengin tekiyim, aşırı iyi Latince biliyorum, zengin ailelere karışa karışa yaşar giderim.” Harbiden de yapıyor abimiz. Artık nasıl bir şeyse hangi zengin evine gitse Latince bilmesi sayesiyle evin hanımını, evin kızını, hizmetçisini falan kim varsa ayartıyor. İşin ilginç yani öyle gelip geçici bir heves de olmuyor bu kadınlar için.  Baya bildiğin “Mantık ne ya aklımın iplerini saldım, gel efendim ol benim” gibi, “Julien sen iste ben ölürüm sana olan aşkım mantığımı söküp atar” gibi. Yani anlayacağınız, adam Latince ve kadınları etkileme yeteneği ile yükseliyor da yükseliyor aristokraside. Tabii onun bunun karısına kızına hallen, onun bunun arkasından iş çevir, milleti hamile bırakıp kaç falan nereye kadar? Adamın götünden kan alırlar kan…



BALZAC – GORIOT BABA
Mösyö Goriot diye bir adam var, bizim edebiyatımızdaki karşılığı Ali Rıza Bey. Varını yoğunu iki kızına harcamış, harcamaya da devam ediyor. Kızları da tam bir faydasız, zengin koca bulur bulmaz babalarını unutmuşlar. Boyuna kocalarını sömürüp aldatıyorlar bunlar. Yaa… Böyle de şerefsizler işte. Hayır bir yandan da babalarından para almaya devam ediyorlar. Ama Goriot Baba’nın durumu rezil, adam bir handa tek göz odada yaşıyor. Üstü başı yırtık pırtık, yine de “kızlarım da kızlarım, yavrularım da yavrularım” deyip duruyor. Adam gibi adam Goriot Baba. Sonra ama tek başına can veriyor odasında. Kızları yanına bile gelmiyor. Ulan ya Çağan Irmak filmlerinde bile böyle bir dram yok.



CENGİZ AYTMATOV – BEYAZ GEMİ
Bir çocuk var isimsiz, anası babası terk etmiş bu sabi sübyanı, dedesi, ninesi, halası ve orrrooospu çocuğu eniştesi ile beraber yaşıyor. Garibimin en büyük hayali balık olmak, eğer balık olursa denize açılıp hep uzaklardan dürbünü ile gördüğü Beyaz Gemi’ye varabilir. Bu yavrucağa demişler ki zamanında, “Senin baban gemide çalışıyordu, denizciydi.”. Yavrucağım da inanmış buna, babasının o beyaz gemide çalıştığına inanıyor. Bu yavrucağın dedesi dünya tatlısı bir adam, çekik Kırgız gözlerinden öpesiniz gelir. Keza ninesi de fena sayılmaz. Halası da iyi kadındır fakat ona kader vurmuştur. Halası kısırdır ve “bir Türk toplumunda çocuğu olmayan, çocuk doğuramayan bir kadın” olduğu için kocasından boyuna dayak yer. Kocası, yani çocuğun eniştesi, safkan bir orospu çocuğu demiştim size. Bu gavat kitap boyu içip içip karısını döver, hatta bazen yetmez çocuğu da döver bu şerefsiz, uğursuz, it. Neyse, Kırgızlar için geyik çok önemli bir şey arkadaşlar. “Maral” diye bir geyik anaları var, onlardan geldiklerine inanıyorlar. Bütün kitap maral aşağı maral yukarı, yok mezarıma maral boynuzu asacağım yok götüme maral sokacağım diye gidiyor böyle. Derken bunların yaşadığı yerde haliyle geyiklerin soyu azalıyor. Bu arada aile de ekonomik açıdan çöküyor. Bizim ponçik dede ölüyor. Çocuk dedesinin ölümüne, geyiklerin ölümüne ve orrrosspu çocuuğuuu eniştesine daha fazla dayanamayıp balık olmak umuduyla intihar ediyor, boğularak ölüyor. Sabi sübyandan ne istediniz lan. İçim acıdı yemin ediyorum.



PEYAMİ SAFA – DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Bir adam var, bu çocukluktan beri hasta. Ayağında falan bir problem var ama tam olarak ne biz de anlamadık. Kaç yıldır bununla uğraştığından “sikerler böyle işi amk” kafasına gelmiş artık her şeyi boşlamaya başlamış fakat hâlâ içinde son bir umut var. Neyse bu adamın amcası mı artık neyiyse Paşa’dır. Paşa bunu görmek ister, çok da tatlı adam he bu Paşa; bildiğin adı Paşa olan Golden köpekler gibi şirin bir adam. Nasıl espri ama bok gibi, neyse… Bu Paşa’nın evine gider. Paşa’nın bir kızı var Nüzhet. Hafiften gönlü kayıyor bizim esas oğlana. Bizim esas oğlan da boş değil. Fakat esas oğlanın doktoru Ragıp, Nüzhet’i istiyor. İstemek derken Allah’ın emri peygamberin kavliyle yani… Nüzhet bir gece “uyuyamıyorum” bahanesiyle esas oğlanın odasına giriyor. Tabii o zamanlar whatsapp yok, “uyudun mu” diye sonunda utanan maymunlu mesaj atamıyor garibim. Neyse, odaya giriyor evet, sonra bunlar muhabbet ediyor. Muhabbet ederken de esas oğlan bunu kendisine çekip öpüyor. Sonra Nüzhet “OMAN TANREM” tepkisi verip kaçıyor. Neyse, bunlar bir süre bağda üzümlere kükürt atacağız falan bahanesiyle bağda falan buluşuyorlar. Tabii bu sefer öpüşmeden daha ileri, ama sevişmeden daha aşağı bir şeyler oluyor bağda. Elin gavurunun değimiyle: make out, bizdeki yiyişmek daha masumca kalıyor sanırım. Neyse, aralarındaki ilişki burada bu boyutta kalıyor çünkü esas oğlanın bacağının kesilmesi gerektiği için 9. Hariciye Koğuşu’na kaldırılıyor. Bacağı kesilmiyor ama topal kalıyor, Nüzhet de Ragıp ile evleniyor. Herkes hayatına devam ediyor.



ABBAS SAYAR – YILKI ATI
Bir at var, kışın bunu doğaya salıyorlar çünkü kış, kıtlık falan, bütün hayvanlara bakmak zor. Neyse, bu doğaya salınan at yaşarsa yazın bunu geri alacaklar, yaşayamazsa işte durum belli: Mort. Bütün kitap bu at koşuyor, dereden su içiyor, tekrar koşuyor, uyuyor, koşuyor, çiftleşiyor, koşuyor, uyuyor, dereden su içiyor… Bu kadar. Ne yalan söyleyeyim ben sevmedim zaten bu kitabı. Dizi olmuş diyorlar, bir sezon boyu atın dağda koşmasını mı çektiniz ne yaptınız lan? Ama tutmuş da olabilir bak bu dizi, çünkü bu ülke bir zamana kadar youtube'da en çok izlenen videosu "Balıkesir'in Çılgın Eşekleri" olan bir ülke. Haliyle bir atın üç sezon koşması, çiftleşmesi, kaçması, gelmesi falan baya ilgi çekici olabilir. Zaten sorarsan herkes "Ben çok televizyon izlemiyorum ya izlesem bile daha çok belgesel ben..."



YUSUF ATILGAN – AYLAK ADAM
Bir adam var, aylak. Kitabın başından sonuna gerçek aşkı arıyor. “Kızım ben seni üzerim”in vücut bulmuş hali. Gerçek aşkı bulamıyor. Ama Nightingale sendromundan mıdır nedir bu adama karşı acayip bir sempati besledim ben haa…



13 Mart 2016 Pazar

BELEŞE KAFA YAPIP BAD & GOOD TRİP YAŞAMANIZI SAĞLAYAN YAZI

Merhabalar!

  Biliyorum ki aranızda bu yazıyı okuyup herhangi bir uyuşturucu maddeyi daha önce kullananlar var, kullanmayanlar da. Kullanmayanların içten içe merak ettiği bu trip'leri onlara yaşatmaya, kullananların da kendi triplerini ucuza getirmeye yönelik dev hizmet yapıyorum: 90'lar Türkçe pop "saykodelik" list!

  "Ağğğbiiii King Crimson yeaaaaaa bayılıyorumm amque, mezar taşıma Epitaph'ın sözlerini yazdırıcaaaaaamm" ile "Ağğğbiii Pink Floyd var ya şu aan ruh haliiim aşşırııı comfortably numb yaniiiii, kardooo I have become comfortably numb oldum amına goyyımmmmmm" gibi bir ruh haline hazır olun diyemem. Bizim bu yazı sonucunda ulaştığımız ruh hali biraz "Ağğğbiii Ayşegül Aldınç yaaaa kafam şu an aşırı alimallah oldu laaann ehehehe" olacak. (Eril küfürler için özür diliyorum ehe...)

Not: Hayır hayatımda hiç böyle bir madde kullanmadım, dalga geçip eğleniyoruz şurada iki komikli şey yazdık diye ortada "Gençler bir şey lazım mı" diye dolaştığımı sanmayın. Ayrıca öyle her uyuşturucu maddede "trip" yaşanmadığını biliyoruz, amacımız mizah. Detaylı bilgi için Alsancak'ın ara sokaklarına ya da Yeşil Ay'a başvurunuz.




Kim bu gözlerindeki yabancı?


1) ÖLENE KADAR ŞEKŞŞŞ GEBERENE KADAR ŞEKKKŞŞŞŞ :
NEZİH ÜNEN - HAREMDE DANS


Aslında bu şarkıyı biliyorsunuz, introsunu duyduğunuz anda hepiniz "Süüpeeerr FM (EEEEFFF EMMMMM)" diye bağırdınız içinizden biliyorum. Şimdi bu şarkı tam manasıyla bad trip mi good trip mi bilmiyorum, ortada seks var, ince belli bakireler var, bellerinde kemerlerle kalçalarını sallayıp cennet falan sunuyorlar. Sanırım good'tan bad'e geçiş evresi gibi bir şey oluyor bu.

Bir de şarkının sonunda gülüyorlar. 






Bir 90'lar klasiği olarak alevli zeminde uçuşan çerçeveler içinde ablalar.
(Görüntüyü ekmek kızartma makinesi ile çektim.)





Ne üdüğü belirsiz müzisyen abiler topluluğu, çıplak vücuduna yelek giyen
kel ve gözlüklü darbukacı, hava sıcak olduğu için tişörtünü çıkaran
ama sonra hava soğuk olduğu için üstüne tişörtünü giymektense
kalın mont giyip tef çalan eleman. Burada kimyasala
bulaşmamak gerektiğini anlattıkları güzel bir Rönesans tablosu.
Sistine Şapeli'nin Tavanına çizilmiş bir Michelangelo eseri.






2) GENE NEZİH ÜNEN İLE DEVAM EDİYORUZ! NEZİH ÜNEN İLE BAD TRİP KEYFİ! NEZİH ÜNEN - KARNAVAL


Ay vallahi doğruyu söylemek gerekirse ben bu şarkıyı seviyorum ya. O yüzden sözleri dinleyin. Güzel şarkı. Ayrıca yurt dışında klibi ile ödül alan ilk şarkımızdı sanırım bu. Kıymet bilin ya.





Ve Türk facepainting yapmayı öğrenerek bir yarısını şeytan bir yarısını insan
yaptı. Wow such a bad trip. 
Bu arada klibi izledikçe göreceksiniz ki Nezih Bey mimik kullanmakta ve ağzını
garip gurip şekillere sokmakta baya yetenekli. Üstelik kıyafeti
falan da pek bir çılgın. Belki de ilk yerli Joker denememiz olabilir
kendisi? Hoş, yüzünün iki farklı yarısı olmasını da hesaba katarsak biraz
Two Face havası da var. DC Comics seven tayfa için mükemmel klip, karanlık
ve ürkütücü ortam, Joker ve Two Face'in alkollü bir gecesinin ürünü olan günah dolu bir insan ve 
daha nice acayip şey.






Turkish Horror Story season 4 : Freak Show'da Denis O'hara'nın 
bir sahnesi.




Soldan sağa : Kafası gelmeyen ile kafası şimdi gelen.






3) EVET BU DÜZGÜN İNSAN, SALON KADINI KİŞİ DE TRIP MAĞDURUYDU! DEMET SAĞIROĞLU - KINALI BEBEK



Küçükken ne söylerdim yaa... Bir yandan bebeğe koluna kadar kına yakma fikri çok ilginç gelirdi. Bu şarkı içinde kına geçtiği "Anatolian psychodelic pop" olmalı.



Requem For A Dream - Çıladırma anında kafa sallama sahnesi
(Director's cut)





Alınan ekstazi etkisiyle sevgilinin G noktasını burunda aramak.
Ve şaşırtıcı bir şekilde bu noktaya burunda rastlanması.





Halüsinasyonların artması ile vazoda bulunan çiçeği ısırma.
Belki de erotik bir göndermesi de olabilir? Klibe koyamayacakları
bazı şeyler için yani... (You know what I mean)








Gene bir 90'lar klasiği olarak psikopat gelin.
"Gelin" olmanın kadın üzerinde kurduğu tüm "masumaneliği" yok edip
toplumun ona verdiği kalıplara uymadığı için 
bir feminist ikon.
Fakat sanki Kaçak Gelin filmi ile aynı döneme denk gelmesi pek orijinal olmamış? Burun
kurcalama, çiçek yeme gibi aşırı yaratıcı şeylerin yanında olmamış. Olsun, canınız sağ
olsun.





İşler ciddiye binmeye başlayınca işin içine kamasutra girmeye başladı.
Halkımız için eğitici şeyler bunlar. İleride lazım olabilir.





Klibin 1.28'den 1.36'ya kadar olan kısmı çok acayip.







İşin içine grup çalışması mı girdi yoksa alınan uyuşturucun etkisiyle görülen
başka bir halüsinasyon mu bilemiyorum.



4) SÜNNETTE LOKAL ANESTEZİ YERİNE GENEL ANESTEZİ ALAN VE HAYAL ALEMİNDE UÇUŞAN 10 YAŞINDA BİR ÇOCUĞUN ANILARI: SERDAR ORTAÇ - KARABİBERİM



"Suprise motherfucker!
'cuz
a real Gangsta never sleeps!"






Burada 10 yaşındaki minik serdar hayal aleminde sünnetliği ile
halay çekerek "Suck my dick! Suck my dick! Suck my fuckin' half dick!" 
diye sünnet olup erkek adam olmasını kutluyor. Ardından da ingilizcede yeni
öğrendiği bir konuyu pekiştirme amacı güderek "My dick is half now, but still longer then yours" diye bir cümle kuruyor ama "Ulan your mu gelir yours mu gelir ki?" diye düşünüyor. Çünkü bu derin düşünce yüzüne yansımış. (bkz: Türklerin İngilizcede gramer hatası yaparlarsa öleceklerini sanmaları.)






Siz bilmezsiniz tabii, Disney'in ilk Türk çocuğu keşfidir Serdar. Yani Justin Timberlake, Christina Aguilera, Britney Spears'la aynı dönem keşfedilmiştir. Miley Cyrus, Selana Gomez gelince bozulan ortamdan rahatsız olup kendi ayrılmıştır Disney'den.






Şimdi klibin meşhur versiyonuna geçiyoruz = https://www.youtube.com/watch?v=Cg16C85FyEQ






Çizme ile keman çalmak... İlerleyen sahnelerde köpek ile darbuka 
çalmak... Küçük serdar morfini atmayı beceremedi. 







Serdar fantezilerini süsleyen esmer kızın göbeğinden hem kıza hem kendisine
zeytin yediriyor. Ergenliğinin ilk zamanı göğsünde iki üç kıl tanesini
onur ve gurur meselesi yapan Serdar seksi bedenine bir yelek atmışken, Mickey Mouse'lu eşofman altından vazgeçmiyor. Fakat eşofmanına maskülen bir hava vermek isteyen Serdarcık, bu eşofmana kemer bağlıyor.
Kimyasala bulaşmayın.







5) KANKA BANA BİR ENERJİ GELDİ LAN ASDFGHJK : OYA & BORA - ARA BENİ


Klipten caps yapmakla uğraşmayacağım. Çünkü tamamındaki dans biraz şey gibi: Aşırı gelen enerjiyle salak salak koşturulup bağırışmak ama bütün bunlar olurken insanların büyüyüp küçüldüğü çılgın bir halüsinasyon görmek...








6) ALLAH DÜŞMANIMIN BAŞINA VERMESİN DEDİRTEN TRIP: HARUN KOLÇAK - GİR KANIMA

Harun Bey bu şarkıda "gir kanıma" derken eroin ve türevi damar yoluyla alınan uyuşturucu maddelerden bahsediyor. "Hani bekarlık sultanlık derdin, yetti canıma, yaşarım ben senle gir kanıma" derken de "bir maddeye bağlanmak istemiyorum ama müthiş zevk alıyorum, olsun, ben seninle yaşarım artık..." diyor.






Altta büyüyen kare = Yoksunluk anları. Terlemeler ile dağılan saç ve mor gözler
ile korku dolu, ihtiyaç dolu bakışlar.
Arkadaki heyecanlı kare = Torbacı kankası "Abi sana bu seferlik güzellik yapıyorum ucuza vericem ama hep bu böyle olmaz, bil yani, bizi de sokma zor duruma. Sonra kıçımızdan kan alıyorlar." dedikten sonraki sevinç göstergesi.







7) ROCKER ERKEK ARKADAŞININ EVİNE GİDİP SİGARA İÇTİĞİNİ SANARKEN MARİJUANA İÇTİĞİ ÖĞRENEN KIZIN "BEN ARTIK BÜYÜDÜM, BU DÜNYANIN TÜM PİSİNİ GÖRDÜM" TRIP'İ : AYŞEGÜL ALDİNÇ - ALİMALLAH




Rocker erkek arkadaşın gözüne girmek için dinlenen Nirvana'nın etkileri klipte kendini göstermiş.
Yüzen bebek Spencer olmasa da havada uçup süzülen bir
adet isimsiz bebeğimiz var. Belli ki alttan alta rocker erkek arkadaşa karşı
"Ben seni adam eder evimin erkeği, çocuklarımın babişkosu yaparım aslanım." mesajı veriliyor.








Ayşegül Hanım neden tavus kuşuna dönüştüğünüze dair en ufak fikrim yok. Bildiğim kadarıyla tavus kuşları cinsel ilişkiye girmeden önce eşine kur yapmak için kabarırmış. Sanırım rocker erkek arkadaşa bir gönderme olmalı bu.










Bin atlı o gün çocuklar gibi şendik.
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi torbacı: "Geeençler, bir şey lazım mı?"








"Değişik şeyler deneyek mi lan?" dedi tiny ass'li, zayıf olmasına rağmen bira göbekli rocker erkek arkadaş. 
"Ne gibi?" dedi korkarak Ayşegül.
"Tuna geçen çok manyak bir şey verdi lan, denemedim ben de, gel beraber deneyelim. Ne olur ki?" dedi gavat ve bir o kadar rocker erkek arkadaş.
Ve cebinden hap çıkardı...
(Burada ağlamalı keman sesi giriyor.)
İçtiler hapı. Ve sonra Ayşegül dev boyutta yüzen japon balıkları görmeye başladı.
(Şimdi Perihan Savaş girip olayı özet geçecek ve Sarı Bıyık'ı hapse atacaklar.)
[bkz: Gerçek Kesit]






8) SEKS DRUGS AND ARABESK POP ve BAD TRIP : HÜLYA AVŞAR - YÜRÜ YA KULUM





Mr. Sex Slave gözleri bağlı, giydiği dar deri kıyafetler, 
sırtında içkiler taşıyarak kadraja girer.







0.45 ile 0.52'ye kadar olan kısımda bir adama (sanırım Mr. Sex Slave) 
bileğine kelepçe takıp dövme yapıyorlar. (Adamın gözleri gene bağlı)
Arada köpekler falan var. Çılgın bir durum.









Hülya Hanım... Kırbaç mı? Yani... Gerçekten mi?
Wow... Wow...










9) KAFANIN BİR MİLYON OLMASI İLE GELEN AŞIRI ÖZGÜVEN PATLAMASI : TARKAN - KIL OLDUM ABİ


"Kanka lan bana bir enerji geldi vohoho"nun bir türevini yaşayan
kız ve de ne üdüğü belirsiz bir şey alıp kas spazmı yaşayan Tarkan.
Kimyasala bulaşmayın kamu spotu.








"Oğlum ben aynısından dört tane görüyorum lan sdfghjkl"







10) İŞ HAYATINDAN BUNALAN, GÜNDE 300 TANE HASTA GÖRMEKTEN SIKILAN VE ÜSTÜNE HASTA YAKINLARINDAN ŞİDDET GÖREN DOKTORUN PSİKİYATR KANKASININ YARDIMI İLE ULAŞTIĞI İLAÇLARLA HİPOKRAT'A LANET OKUDUĞU CRAZY TRIP : EROL KÖSE - DOKTOR EROL BEY



İlkokuldan beri sınıfının örnek öğrencisi olan, lisede okul birincisi olan Erol,
tıp fakültesini kazanıp ailesini onurlandırmış, "okuyup büyük adam olmuş" biridir. Hep temiz ve iyi aile çocuğu olmuş olan Erol, içki içmeye bile 6 yıllık tıp öğreniminin üçüncü senesinde başlamıştır. İş hayatında umduğunu bulamayan Erol, bıçkın ama zeki psikiyatr kankisinin "Hipokrat kim ki yeaa" demesi üzerine küçük bir trip yaşama fırsatı yakalar.
İşte o heyecan ve merakın yüzüne yansımasıdır bu.








Erol'un, verdiği ilacı hastanede alacağını tahmin edemeyen psikiyatr kanka hemen
olay yerinden topuk olur. Fakat Erol uçmuştur. Eline aldığı devasa
iğne ile hastanede koşuşturmaya, ona buna dalaşmaya başlar. Bu sırada film
kopar ve Erol iyice uçar. Halüsinasyon görmeye başlayan Doktor Erol Bey, önüne gelen
hastaya iğne vurduğu fantastik bir dünyaya giriş yapar.






Doktor Erol Bey'in beyni folloş olmaya ve şekil-boyut algısı yok
olmaya başlıyor.









Kafası iyice uçan Doktor Erol Bey ilk gördüğü ameliyathaneye dalıp
hasta ile hemşire için kavga etmeye başlar. Bütün bu olan biten olurken arkada
ameliyathane ekibi "Napıyor lan bu?", "Başhekime mi söylesek?", "Hilmi, güvenliği çağır 
lan!" tarzı söylemlerle kavgaya girmişlerdir. Hemşire işe "Ne diyor lan bu gavat?!" bakışı atmakla meşguldur Doktor Erol Bey'e. Tabii Erol Bey'in zihninde kadın deli gibi dönüyor onun çevresinde. 
Tüm bunlar yetmezmiş gibi elinde kemanı ile ameliyathaneye giren hastanın elinden  kemanı falan alıp meslektaşlarına yardım edeceğine "Roman" diye dalga geçer. Faşist gavat.
Irkçı göt.










Good Trip esnasında kişinin kendini mutlu edecek hayaller görmesini
anlarım fakat ameliyathanede kebap yapmayı görmek de biraz wow wow wow...









Olaylar gittikçe çılgın bir hal alıyor, herif ameliyathanede oyuncakçı görmeye başladı.
Ya da palyaço.
Eminim palyaçodur. Memenetsiz yaratıklar bu palyaçolar gudubetler, gulyabaniler gibi
boyalı falan yüzleri. Şerefsizler.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Efendim bu yazılık bizden bu kadar, sürçülisan ettiysek affola!

Ah bu arada, 90'lar pop da uyuşturucu kadar tehlikelidir. Bu listeden muhakkak bir şarkı dilinize dolanacaktır.