“Merhaba!
Burayı
geçen yazdan yazdan beri çok boşladım biliyorum. Aranızda buraya yazdığımı
-burada kendi kendime konuştuğumu desem daha doğru olur- unutmuş olanlar
vardır. Hatta hiç bilmeyenler, hatta “Bana ne ulan ayı…” diyenleriniz de
vardır.
Evet,
öncelikle burayı neden boşladım? Geçen sene 24 Mart'ta dedemi kaybettiğimden
beri hayatımda hiçbir şey yolunda gitmemeye başlamıştı çünkü. Temmuz hayatında
hayatım iyice patlak verdi. Özel hayatımda yaşadığım başka şeyler, okulumun
kapatılması falan derken anlayacağınız çok da aklıma gelmedi buraya yazmak. Ben
o sıralar daha çok defterler dolusu resim çizmek, içmek ve herhangi bir şekilde
hayatımı sona erdirmeye götüm yemediği için her gün otuz beş farklı şekilde
kendimi nasıl öldürebileceğimi hayal etmekle meşguldüm. Çok yazdım açıkçası,
ama size yazmadım. Kendim için yazdım, bana kendimi kötü hissettirenlere
yazdım… Defterler dolusu çizdiğim gibi defterler dolusu yazdım da. O
defterlerden birini daha sonra parçaladım, birini attım, bir diğerinin de
sayfalarını koparıp şu anki sevgilimle almış olduğumuz (aslında onun aldığı ama
bana verdiği) kibritlerle yaktım.
(Kibrit meselesi ayrı bir konu, sadece sevdiğim insana ait şeyleri
biriktirmeyi seviyorum. Kibrit, sinema biletleri, verdiği hediyenin torbasını
bile… Tam bir istifçiyim sanırım. Ya da aşırı sevince sapıtıyorum.)
Peki,
neden şimdi yazmak istedim? Bilmem… İstedim işte! Bazen böyle yazmak isterim.
Size iğrenç geçen geçen seneki yazımdan bahsetmek istemiyorum, çünkü güzel
şeylerden konuşalım istiyorum. Elimde olsa doğrusu size sabaha kadar “birini
sevmenin ne kadar güzel bir his olduğunu”, ya da “sevdiğin kişiyle konuşurken
içine nasıl sıcak bir güven duygusunun yayıldığını” anlatmak isterdim. Fakat
sevgi üstüne bir şeyler yazınca yazılan şey sen ve sevdiğin arasında kalsın istiyorsun
(yani en azından ben öyle istiyorum). Çünkü iki kişi arasındaki iyi kötü her
şeyden başkasına ne? Öyle değil mi?
Neyse...
Ben size şeyi anlatayım… Ben size neyi anlatayım ya… Vallahi ben size anlatacak
bir şey bulamadım… Ben bu yazıyı burada kesip biraz kitap okuyayım ve sonra
uyuyayım. Bakalım ben yarın size anlatacak bir şey bulabilecek miyim?”
Yukarıdaki
girişi yapmamın üzerinden dört ay geçmiş…
Dört
ayda elbet yazacak şeyler buldum, lakin unuttum. Sil baştan başlıyorum gibi
düşünün. Evet, dediğim gibi sizlere “depresyonu nasıl atlattım ve aşk beni
nasıl buldu” konulu şeyler anlatmayacağım, hayatımın en güzel hikayesi olabilir
belki bu, her gecenin ardından açan güneş muamelesi gösterdiğim yegâne şey de
olabilir, ama bir bloğa yazılmak için fazla özel.
Özeli
özel yapan orada kalmasıdır…
Ben
size yine de güzel bir aşkı anlatmak isterim.
Ben
size Marc ve Bella’yı anlatmak isterim, elimden geldiğince… Elimden geldiğince
diyorum çünkü biliyorsunuz sevdiğim insanların (özellikle böyle önemli
insanların) hayatını dile getirip anlatmak benim için bir hobi ve bazı şeyleri
ben de sizinle öğrenmiş oluyorum. O yüzden sürçülisan eylersem af ola diyor ve
başlıyorum:
İşte hikayemizin kahramanları: Marc Chagall ve eşi Bella Rosenfeld Chagall
1) Kim Bu Marc?
“Adım Marc, iç dünyada çok duygusalım ve
cüzdanım boş. Fakat herkes benim yetenekli olduğumu söylüyor.”
Sahiden kim bu Marc da ben
oturmuş size onu anlatıyorum? Marc Chagall Yahudi kökenli Rus bir ressam.
Yahudi kökenli olduğuna değinmemin nedeni benim kalpsiz faşist bir hıyar olmam
değil, zira Marc 7 Temmuz 1887 yılında dünyaya geldi ve 28 Mart 1985 tarihinde
hayata gözlerini yumdu. Eh, yaşadığı yıllar arasındaki savaşları düşünürsek,
hayat bir Yahudi için pek de kolay sayılmazdı. (Faşist hıyar ben değil,
dünyaymış!)
“Eğer Yahudi olmasayadım... Ressam olamazdım
ya da çok farklı bir ressam olurdum.”
Küçük
yaştan itibaren ailesi “Benim oğlum okuyacak büyük adam olacak, getir evladım karneni,
bakayım, aferin, yav bu çocuğun çizimi de iyi he mimar olacak benim oğlum” falan
diyorlardı ama yetenek ve tutku daha ağır basmış olacak ki, Marc önce yerli
ünlü ressamlarından Yehuda Pen’in atölyesinde çalışmaya ve ondan resme dair
temel unsurları öğrenmeye başladı. Fakat burada çok uzun süre kalmadı, yaklaşık
bir sene sonra St. Petersburg’a taşındı. Böylece akademik anlamda resim eğitimi
almaya başlamış oldu. Tabii orada eğitim de görüyor olsa o dönem St.
Petersburg, Yahudiler için yaşaması zor bir yerdi. Yahudiler şehirde özel
izinle kalabiliyorlardı ve şehirde yaşamaları – yaşamaya devam etmeleri çeşitli
izinlere bağlıydı. Bu izinlere uymadığı için Marc hapis bile yattı! Bütün bu
zorluklara rağmen St. Petersburg’da 2-3 yıla kadar kalan Marc, ara ara
memleketini ziyaret ediyordu tabii ki. Ve işte o ziyaretlerden birinde, “bam”! “Bam”?
Evet “bam”. Lütfen bu “bam”ı Rönesans resimlerindeki tombik bebek meleklerin
attığı aşk okunun ses efekti olarak düşünelim, çünkü Marc aşık oldu…
Bella’ya…
2) Peki İyi De Bella
Kim?
Bella
Rosenfeld, sekiz çocuklu ve kuyumculukla uğraşan bir ailenin kızı olarak 1895’de
dünyaya geldi. (Ailenin mesleğini belirtme ihtiyacı duymamın sebebi paragöz
manyağın teki olmam değil, klasik “zengin kız fakir oğlan” hikayesi olduğunu
belirtmek için eheh…)
Zarif,
güzel ve döneminin cool kadınlarından olan Bella aynı zamanda yazardı da.
Anlayacağınız her erkeğin dikkatini çeken bir kadındı fakat hayatta varlığını
kanıtlamak için elbette bir erkeğin dikkatini çekmeye muhtaç değildi. Küçüklüğünden
beri tiyatro ve resimle ilgilenen Bella’nın bu konular hakkında yazdığı yazılar
o daha üniversitede okurken gazetelere çıkmıştı. Anlayacağınız kendisi bilgili
ve güçlü bir kadındı.
1909
yılında birgün arkadaşlarını ziyarete giden Bella burada Marc ile tanışır ve
tabiri caizse bu “ilk görüşte aşk”tı. Tam 35 sene sürecek bir “ilk görüş”tü bu.
Tanışmalarından
çok kısa bir süre sonra da çift nişanlandı. Fakat bu nişanlanma Bella’nın ailesi
tarafından hoş karşılanmadı. Rosenfeldler, kızlarının daha “kendilerinin dengi”
bir ailenin oğlu ile nişanlanmasını istemekteydi. Bu durum Marc ve Bella’yı
ayırmaya yetmedi belki ama bundan sonrası için hayatlarını zamana yaymamaya
zorladı.
Nişandan
bir yıl sonra, yani 1910’da, Marc kübizm ve fütürizm üzerine çalışmak için
Fransa’ya taşındı. Burada Picasso, Leger, Delaunay, Modigliani gibi arkadaşlar
edindi kendine. (Hocam yalnız arkadaş çevresine bakar mısın ne güzel muhabbet
dönmüştür orada. Bir tane bile normal adam yok, felaket iyi ortam. Resmen
arkadaş grubuna girmek için IQ ve yetenek sınırı arıyorlar.)
3) Evlenme Teklifi
Dört
yıl sonra Marc Berlin’de ilk sergisini açtı ve Bella’ya bir mektup yazdı.
Yazdığı bu mektupta Bella’ya evlenme teklifi ediyordu.
Kulağa
her şey iyi gibi, artık düze çıkmış gibi geliyor değil mi? Değil… Yıl 1914, I.
Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini düşünürsek, o kadar da iyi değil… Marc’ın
Rusya’ya geri dönüp Bella ile evlenmesinin ardından I. Dünya Savaşı resmi
olarak başladı. Savaş elbet de Chagallları da etkiledi. Çift St. Petersburg’a
taşındı. Bundan bir sene sonra, 1916’da da kızları Ida dünyaya geldi. Marc ara
ara Fransa’ya gidiyordu ve Ida da o Fransa’dayken doğmuştu. Marc, kızını
doğduktan 4 hafta sonra görebilmişti. 1918 yılında da Marc ve Bella’nın memleketi
olan Vitebsk Sovyet kontrolünün altına girdi. Sovyet Hükümeti Marc’ı Vitebsk
bölgesinin Güzel Sanatlar İşleri Komiseri yaptı. (Vallahi böyle bir şeyin
varlığını ben de yeni öğrendim, vay arkadaş.) Chagall orada Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi’ni kurdu ve buraya müdür oldu. Yinede Sovyet sistemi ve
politikasıyla ters düşmeye başladı. Malevitch ve Kandinsky ile ihtilafları
sonucunda da Akademi’den uzaklaştırıldı. O ve Bella, önce 1920 yılında
Moskova'ya taşındılar. Üç sene sonra 1923'te ise Paris'e geri döndüler. Bu
dönemde, Chagall'ın orijinali Rusça yazdığı anıları İbranice ve eşi Bella'nın
çevirisiyle Fransızca yayınlandı. Aynı günlerde, İbranice makaleler, şiirler ve
denemeler de yazdı. 1937 yılında ise Fransa vatandaşlığına geçti. Bunların
dışında Bella eşinin çalışmalarında modellik yapmaya başladı. Marc, Bella’nın
onun “ilham perisi” olduğuna inanıyordu.
İlham
perisi olmak… Bir insana ilham perisi olmak bana mükemmel derecede romantik
geliyor. Bir insanın sanatını ya da düşünce dünyasını etkileyecek kadar
seviliyorsun. Mükemmel bir şey değil mi ya? Yani bahsi geçen kişi zaten
sanatçı, eğer “güzel” bir şey yaratmak isterse ne yapar eder yaratır (İlla
güzel olmak zorunda mı, neye göre güzel kime göre güzel tartışılır da buna
sonra değiniriz), ama yok yani o senden ilham alıyor bir şekilde senden bir şey
ekliyor… Müthiş bir şey ya.
Lovers in Pink
Flying Couple
The Birthday
Bella With White Collar
Neyse
konumuza geri dönelim…
II.
Dünya Savaşı sırasında Naziler Fransa’yı işgal etti ve Yahudileri sürmeye
başladı. Marc ve Bella kızlarıyla birlikte sırasıyla Marsilya, İspanya ve
Portekiz’e gidip en sonunda Amerika’ya yerleştiler. Üç yıl sonra Marc’ın
biricik ilham perisi Bella viral enfeksiyonun oluşturduğu kan zehirlenmesi
nedeniyle hayata gözlerini yumdu.
Bunun
üzerine Marc tam 8 sene sürecek bir depresyon ve karamsarlık dönemine girdi. Bu
eserlerine de yansıdı.
Sonra?
Sekiz senenin sonunda Marc yeniden evlendi. (Erkek değil mi hepsi aynı işte
puh!) Resimleri yeniden renklerle ve hayatla doldu. Fakat asla içinde Bella
olan resimleri kadar güzel olamadı. (Puh ama o kadar da puh değil hani…). 97
yaşında, 1985 yılında Marc da hayata gözlerini yumdu ve Bella’sına yeniden
kavuştu.
Bir
aile dramı, iki savaş, soykırım, bir ülkenin yıkılıp yeniden kurulması ve bütün
bunlar olurken ölüm onları ayırana kadar ayrılmayan, 35 yıl boyunca beraber
olan, birbirlerini sanatlarına taşıyan bir çift…
Daha önce
bir arkadaşım şöyle demişti: “Aşk o kadar da imkansız veya zor bir şey değil,
onu imkansız ya da zor yapan bizim tavırlarımız…”
Sanırım
haklıymış… Marc ve Bella da bunun örneği.
Her ne olursa olsun Marc'ın eserlerine, ya da ikisinin fotoğraflarına bakarken biliyorum ki istemsizce bir naiflik, bir sıcaklık saracak sizi.
gercekten birinin bu yazını okuyacağını mı umdun mualla?
YanıtlaSilOkuyan okudu valla
SilSanki Ayrılıkçeşme durağında karşılaşıp hikayeyi dinlemek gibiydi...
YanıtlaSilTeşekkür ederim :)
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil