26 Kasım 2015 Perşembe

ÇILGIN ŞAPKACI (MAD HATTER )

                Merhabalar, merhabalar!

                Benim blog işi iyice cıvıtıp Bilim Çocuk Her Hafta Bir Yeni Bilgi tarzı bir şeye dönüşecekmiş gibi duruyor ama dur bakalım, öyle olacağını sanmıyorum. O kadar kültürlü biri değilim. Ama buraya bildiğim ya da öğrendiğim enteresan şeyleri yazmak hoşuma gidiyor doğrusu.

                Neyse, yavaştan bir giriş yapalım. Aranızda çoğu kişinin Alice Harikalar Diyarında’yı okuduğunu, en azından eski ya da yeni filmlerinden birini izlediğinizi düşünüyorum. İşte bu kitapta belki de en değişik, en sevilesi karakter Çılgın Şapkacı’dır. (Ki biliyorsunuz, Tim Burton’ın serisinde kendisine Johnny Depp sevgilim, aşkım, bir tanem hayat verdi. Yerim onu.) Kitaptaki her karakter kadar deli, değişik, bolca bir “saykodelik “ olan, durmadan bir çay partisi düzenleyip buna ev sahipliği yapan bir amcamızdır kendisi. Hatta deliliği adı olmuş bu karakterimiz için ecnebilerin “mad as a hatter” (“şapkacı kadar deli”, özellikle çeviriyorum çünkü yazının ilerisinde Türkçe kullanacağım.) diye değimi de varmış.

                Fakat bu değim buradan mı geliyor? O konuda çok emin değilim açıkçası. Burada hemen zaman makinemizi 19. yüzyıla çevirmekte fayda var:

                19. yüzyılda İngiltere’de şapka fabrikasında çalışan işçilerde garip hareketler gözlemlenmeye başlanıyor. İşçiler halüsinasyonlar görmeye, kendi kendilerine konuşmaya, sinir krizleri geçirmeye, var olmayan sesler duymaya, ciltlerinde bir dokunma ve uyuşukluk hissi hissetmeye (hatta ciltte kanamalar da görülüyor) , görme ve duyma problemleri yaşamaya, hafızalarını ve kontrollerini kaybetmeye, dişleri dökülmeye, titremeye, kilo kaybetmeye başlıyorlar. Ülkedeki şapkacıların büyük bir çoğunluğunda bu durumun gözlenmesi bir süre sonra insanların dikkatini çekiyor. Kimse bir anlam veremiyor bir anda “tüm şapkacıların delirmesine”. Üstelik bu durum sadece İngiltere ile sınırlı kalmıyor, Rusya ve Amerika’da da görünmeye başlıyor.

                En sonunda yapılan araştırmalar sonucu bütün bunların nedeni anlaşılıyor. Cıva zehirlenmesi!

                Şimdi diyeceksiniz ki, neredeyse tüm dünyadaki bütün şapkacılar nasıl cıva zehirlenmesi yaşayabilir? Çok basit, çünkü o dönemde cıva hayvan kürklerini çıkarmada ve işlemede kullanılıyor. Fakat dönemin sanayi şartlarını düşünürsek, havalandırma problemleri nedeniyle işçiler sürekli cıvayı solumak zorunda kalıyorlar.


                Günümüzde bu durumun şu güzel havalı adı kullanılmıyor, onun yerine direk “cıva zehirlenmesi” deyip geçiyorlar. Peh!

                Şimdi diyeceksiniz ki sayın Bayan Morlu Siyah, iyi hoş da Lewis Carrol’un eserindeki çılgın şapkacı hiç de bu belirtileri göstermiyor? Adamın yaptığı tek şey oturup çay içmek? Hayırdır?

                Ben de sizlere cevaben diyeceğim ki: Tatlişkolarım, saygıdeğer Lewis Carrol’un doğduğu ve büyüdüğü kasabanın bir numaralı geçim kaynağı, kasabadaki şapka fabrikasıydı! Yani belli bir yaşa kadar Carrol’ın gördüğü delilerin en az %95’i şapkacıydı.

                Cıvanın yeryüzündeki radyoaktif olmayan en zehirli maden olduğuna değinmeme bilmem gerek var mı, fakat yine de evde kendi imkanlarınızla bir şapkacı kadar deli olmak isterseniz yapacaklarınız çok basit:

- Öncelikle kötü bir dişçide iğrenç ve hatalı bir cıva dolgusu yaptırmakla başlayın.

- Bol bol tarım ilacı almış şeyler tüketin. Hatta gözünüzü korkak alıştırmayın, evde tarım ilacı ile yaşayın.

- Sadece tarım ilacı olmaz, lütfen bol bol suni gübreye de maruz kalmaya çalışın. Evet, biraz pis bir yöntem ama bir şapkacı kadar deli olmak için bu gerekiyor.

- Hayatta her şeyde ucuza kaçın. Evlenirken insanların size cıvalı altın takmasını isteyin.

-Ucuza kaçan pinti biri olmaya devam edin, damacana suyu yerine çeşme suyu içmekten vazgeçmeyin. Her susadığınızda ağzınızı çeşmeye dayayıp cukkudu cukkudu için. Hatta boru tesisatınız da leş olsun.

-Lütfen bol bol araba kullanın. Eğer kullanamıyorsanız trafikte dur yandığında burnunuzu araba egzozuna dayayıp derin derin içinize çekin. Mis! Mis!

-Mümkün oldukça kıyafetleriniz keçe ve çuha gibi kumaşlardan seçin. Kaşındırır ama şapkacı olmaya değer.

- Beyazlaştırılmış un kullanın.

-Fabrika atıklarında yıkanmayı unutmayın. Şansınız varsa belki Hulk bile olabilirsiniz.

- Talk pudrası ya da vücut pudrasını da bu harika fabrika atıklı banyodan sonra üstünüze sürmeyi unutmayın.

-Boya pigmentleri ve boya çözücüler ile bir arada olmaya özen gösterin. Kendinizi sanata vermek için güzel bir fırsat. Sonuçta delirmek belirmektir ve beliren çoğu kişi sanatçıdır.

- Eğer mücevher seviyorsanız iyi haber! Zincifre isimli bu güzel harika taştan kendinize çok güzel takılar yapabilirsiniz.

-Kullanmaya ihtiyacınız olsa da olmasa da müshil alın.

-Kozmetikten, özellikle maskaradan vazgeçmeyin. Erkekler de bir zahmet sürsün, sonuçta zafere giden yolda her şey mubahtır.

- Yer cilasından vazgeçmeyin. Hem bu evinizi de güzel gösterir.

- Gün içerisinde bol bol yapıştırıcı koklayın. Katta kıl tüy alımınızı falan da onla yapın. Acılı ama kesin çözüm!

-Pil falan yalayın.

-Okul veya işyerinizdeki hava filtresini bozun. Ne kadar leş, pis havalı yer varsa orada takılın. Hiç olmadı ağaç falan kesin. AVM yaparsınız en kötü ihtimal.

-Bol bol balık yiyin. Özellikle midye. Hatta şansınız varsa İzmir’de Kadifekale ya da Tepecik’te yapılmış olanları seçin. İstanbul da olur.


              Eğer bunların hepsini yaparsanız, bir şapkacıdan daha bile deli olabilirsiniz! Tabii ölmezseniz. Ama boş verin zaten deli bir şapkacıyken tedavi olmazsanız ölüyorsunuz.

22 Kasım 2015 Pazar

AYDAKİ DELİ ADAM

    Merhabalar, araya vize dönemi girince uzun zaman yazamadım. Bu sürede arada sırada kafamı dağıttığımda bloğa ne yazsam diye düşündüm. Zaten biliyorsunuz, burayı kimse okumasa da çok umurumda olmaz çünkü biraz kendimi tatmin amaçlı yazıyorum. Kafama gelen, düşündüğüm onca şeyi sevdiklerim bende kilometrelerce uzakta diye buraya yazıyorum. Yoksa ciddi anlamda delirebilirim. Zaten kafam Uranüs demiştim.

    Düşündüm, düşündüm ve aklıma sanırım dokuz ya da on yaşlarındayken izlediğim bir film geldi. Jim Carrey’nin bence en güzel filmlerinden biri olan bu film (en azından Yes Man’den daha iyiydi.) nedense hep kenarda köşede kalmış, çoğu kişilerce de eleştirilmiştir.

    Karşınızda Aydaki Adam! (Man on the Moon.)

    Peki, neden biyografik bir yapım olan bu film beni bu kadar etkiledi? Neden üzerinden on yıl geçmesine rağmen hâlâ hatırlamam yetmezmiş gibi bir de üstüne yazma ihtiyacı duydum? (Aslında üstüne yazdığımı söyleyemem, benim bir film üzerine eleştiri yapacak kadar sinema bilgim ne yazık ki yok. Ben size ayda yaşayan adamı anlatacağım. Oradaki deliyi.)

    Andy Kaufman adını hiç duydunuz mu? Birçoğunuzun duyduğunu varsayıyorum. Duymayanlar da üzülmesin, artık biliyorsunuz.

    Andy Kaufman, ABD’li bir komedyen. 1949’da New York’ta doğdu ve 16 Mayıs 1984’te daha 35 yaşındayken Los Angeles’ta akciğer kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu. İlk zamanlar barlarda stand up şovları (Show yerine şov yazınca da bir garip hissettim, neyse.) yaparak başladı. Abimizin tarzı ve sahnedeki hareketleri biraz acayip olduğu, espri anlayışı farklı olduğu için önce bir yadırgansa da sonra çok ünlendi. Kendisinin yarattığı Tony Clifton karakteri (çoğu kişi onun, kendisinin yarattığı bir karakter olduğuna inanmamakta. Onlara göre Tony Clifton gerçek biri. Kafanız mı karıştı? Sakin, şimdi her şey rayına oturacak.) de en az kendisi kadar ünlüdür.

    Kendisinin hayatını konu alan 1999 yapımı Man on the Moon filminde kendisine Jim Carrey hayat verdi. (Hatta belki de neyi nasıl yapması gerektiğini anlattı, kim bilir. Yoksa kafanız daha da mı allak bullak oldu? Sakin!)

    Man on the Moon… Ne o rockçı dostum kafanda başka bir şey daha canlandı değil mi? Ben söyleyeyim hemen, R.E.M.’in ünlü şarkısı Man on the Moon da Andy için yazılmıştır. Zaten sözlerde de ismi geçiyor fakat bizim ülkede sözden çok ritme bakma huyu var biraz. Ayrıca filmde Andy’nin kız arkadaşını canlandıran kişi de Courtney Love. (Bu kadını hiç sevmem ama güzel oynamış filmde, kokainden beynini eritmediği zamanlarda iyi şeyler yapabiliyor demek ki.) O zaman şu da şurada dursun, arka fonda dinlersiniz: https://www.youtube.com/watch?v=5ojx_ldHs5M

Hazırsanız başlayalım,

Tarihteki İlk Troll Sahnesi:


    Andy’nin gösterilerinin “alışılmışın dışında” olduğunu önceden belirtmiştik. Ama sanırım bunu biraz daha açsak iyi olacak, kadınlarla birebir sert güreşten tut da uyku tulumuyla sahneye çıkıp bütün gösteri boyunca uyumaya, Elvis taklidi yapmaktan tut da tüm gösteri boyunca hiç konuşmamaya ya da konuşacakmış gibi yapıp susmaya ve her Amerikalı komedyenin yaptığı İngiliz taklidine yer bulunmakta bu gösterilerde. 

      Ayrıca sadece kendisinin katıldığı bir güreş şampiyonası düzenleyip kendine bir de şampiyonluk kemeri yaptırmış.

   Yine ayrıca her gösterisinden sonra insanlara içindeki çocuğu unutmaması için süt ve kurabiye de veriyormuş kendisi. Değişik bir abimiz yani.
Böyle bir şovmenin seyirciyi ne kadar zorlayabileceğini düşünün. Güldürebilir, ağlatabilir, sinirini bozabilir. O yüzden kendisine “şovmen” demek biraz saçma kaçıyor. Çünkü kendisi ısrarla her röportajında (yapılabilen ve trollemediği röportajlarda desek daha doğru) ve sahnede sürekli bir komedyen olmadığını söyler durur.

    Özellikle şu videoyu izleminizi öneririm. Özellikle 4.28’ten itibaren: https://www.youtube.com/watch?v=1Bu45POJ-8E

    Mükemmel çevirememekle beraber ortalama düzeyde İngilizceye sahip herkesin anlayabileceği şeyler söylüyor. Buna rağmen ben anlamadım diyen varsa üç gramlık İngilizcem ile kabataslak çeviririm:

    Öncelikle videonun öncesinde ailesini sahneye çıkarıp insanlarla tanıştırıyor. Sonra bir anda gayet üzüntülü bir şekilde “Neden herkes bana bağırıyor? Ailemden hoşlanmadınız mı? Kaç kişi ailemden hoşlandı, kaç kişi onlardan hoşlanmadı? Tamam bayanlar ve baylar şimdi şimdi size bir şey söylemek istiyorum, bakın bu yüzden gerçekten çok hakarete uğradım ve elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Farklı bir şov yapmaya çalışıyorum, asla bir komedyen olduğumu iddia etmedim. İyi şaka yapamam ben. Bana ne demek istersen de çünkü nasıl geri döneceğimi bilemem (dönüş yapmamı sağlayan ip ucu yok gibi bir şey dedi, böyle salladım, umarım tutar ama bence güzel oldu.). Zeki olduğumu ya da yetenekli olduğumu iddia etmedim, çünkü ailem yıllar sonra bir araya geldi ve ben onlarla bu şovu yapıyorum. (Burada da hata olabilir, hazırlık okumadık bu bizim lise İngilizcemiz gardaş.) Buraya gelip gülmek, iyi zaman geçirmek isteyen herkesten özür dilerim. Şarkı söylemeye, dans etmeye, ailemle şarkı söyleyip vakit geçirmeye (burada vakit geçirmeyi ben ekledim cümleyi toparlayamadım çünkü) çalışıyorum çünkü biliyorsunuz bu bir varyate şovu. Sıktığım herkesten özür dilerim… (Sona bir şeyler daha diyor ama anlamıyorum çünkü ağlamaya başladı.) Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum! Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum! ELİMDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUM! ELİMDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUM! (Sonra bu durumu şarkı söyleyip davul çalmaya çekti. Seyirci şok.)

    Seyircinin böyle bam teline vurduktan sonra ortada şarkı söyleyip dans eden bir adam… Delilik ve dâhilik arasındaki o ince çizgi.

Kim bu Tony Clifton?

   Tony Clifton, Andy Kaufman’ın yarattığı karakterlerden biri. Berbat şarkı söylemesi, sahnede insanlara bağırıp küfür etmesi, kimi zaman basit şakalar yapmasıyla ünlü bir adam. Tipi biraz Elvis görmüş Türk kamyon şoförü gibi. (Elvis’in ilk mesleğinin kamyon şoförü olması gerçeğini de bilmeyen varsa hatırlatmak isterim.)

    Fakat yazının üstlerinde de değindiğim gibi, Tony amcamızla ilgili bir problem var. Tony amcamız gerçekte var mı yok mu bilinmiyor. Yıllardır hem Amerika’da hem de koskoca dünyada bir tartışma konusu.

    Kimilerine göre Tony Clifton gerçekten var. İkinci hatta belki üçüncü derece bir bar şarkıcısı, bir gün Andy gittiği bir barda Tony ile karşılaşıyor. Bu hareketlerinin komikliği (başkaları için komik olmayan komikliği desek daha doğru olur) Andy’de onu taklit etme fikrini uyandırıyor. Yani bizde Ata Demirer’in Dilberay taklidi yapması gibi bir şey.

    Kimilerince de Andy’nin kendsi Tony Clifton. Zaten sahnede taklit yapan birisinin kalkıp Tony Clifton gibi bir karekter yaratması kimseyi şaşırtmaz diyorlar. Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i gibi. (Tabii ki Şahan bok yesin, Şahan kim be?)

    Andy, yapılan hiçbir röportajda Tony hakkında net bir şey söylemiyor. Kimi zaman onun var olduğunu, kimi zaman onu kendisini yarattığını söylüyor, bazen susuyor. Hal öyle bir noktaya geliyor ki, iyice kafalar karışıyor. Kimi zaman Tony Clifton kendi sahnesinde (?) Andy hakkında ileri geri konuşuyor ve onu, onun üzerinden ekmek yemekle suçluyor. Kimi zaman Tony Clifton olduğunu söyleyen kişiler Andy’nin menajerinin ofisini arayıp hakarette bulunuyor. Fakat sahne harici Tony Clifton’ı gören yok.

    Bu konunun filmde nasıl işlendiğini tam olarak anlatırsam spoiler vereceğimi düşünüyorum. O yüzden sadece şunu söyleyeceğim, filmlerin sonunda yazılar çıkar ya kim kimi oynamış, işte orada “Tony Clifton as himself” yazıyor. (Bunu da çeviremeyecek kadar İngilizcesi olmayan insan yoktur herhalde , yuh.)
Fakat IMDb’ye bakarsak “Jim Carrey as Andy Kaufman / Tony Clifton”.
Bir yandan da şöyle bir durum var ki bu işi allak bullak ediyor, bizde hemen hemen her komedyenin Bülent Ersoy taklidi yapması gibi Andy’nin yakın arkadaşları, kardeşleri, ülkedeki diğer komedyenler, herkes ama herkes Tony Clifton taklidi yapmaya başlıyor.

     Bu linkte efendim Muppets Show’da Andy Kaufman’ın Tony Clifton taklidi bulunmakta : https://www.youtube.com/watch?v=z2wDAA7O0ho
Bu videoda ise Tony Clifton olduğunu iddia eden bir adam : 

Eh, karar size kalmış…

Alışmamış Andy’de Latka Durmaz!

    Bütün bunlar oladursun, televizyon kariyerinin başındayken Andy’ye bir dizi teklifi geliyor. 78-83 yılları arasında yayınlacak olan ve dönemini kasıp kavuracak bu dizinin adı Taxi. Danny Devito’nun başrolünde olduğu bu dizide Andy’nin, kendisinin “yabancı adam” canlandırmasından esinlenen bir karaktere hayat vermesi bekleniyor. (Burada şuna da değinmeden edemeyeceğim, Man on the Moon filminde Andy’yi keşfeden, ona bu dizi teklifini suran yegane şahsı Danny Devito canlandırıyor.)

    Sitcomlardan nefret eden Andy, menajerinin zorlaması, biraz da ekonomik nedenler ve televizyon kariyerinin daha başında olmasından dolayı bazı şartlar karşılığında dizide oynamayı kabul ediyor.

    Bu şartlar arasında en garibi ve göze çarpanı ise Tony Clifton’ın 4 bölüm kadar konuk oyuncu olarak dizide boy göstermesi…

     Latka karakteri insanlara daha uyumlu olan mizahı ile deli gibi ilgi çekiyor. Latka çıkartmalı sakızına kadar, döneminin yıldızı, ikonu oluyor. Öyle bir hal alıyor ki bu iş, Andy’nin kendisinden daha ünlü olmaya başlıyor. Andy buna dayanamıyor, başkalarını güldürse de kendini güldürmeyen ve mutlu etmeyen bu işten bir süre sonra ayrılıyor. Çok tepki çekiyor tabii, ama sonuçta Andy için insanların tepkisini çekmek normal, değil mi?

     Bundan sonra kendi televizyon programını yapmaya başlıyor. Fakat kendi öz anlayışı kanal yetkililerine komik gelmediği için kaldırılıyor. Televizyon dünyasından yüzü gülmeyen Andy en başa, başladığı noktaya geri dönüyor. Garsonluk, küçük bar şovları… Fakat kontrat sorunu çıkıyor bu kez, tabiri caizse kontrat süresi dolana kadar Andy, ABC kanalının kölesi olmaya devam ediyor.

Trollerin Aşkı Büyük Olur

    Yazının yukarısında da değindiğimiz gibi Andy, sadece kendisinin katıldığı ya da sadece kadınlarla dövüştüğü güreş müsabakaları düzenler.
İşte böyle bir müsabakada kendisine rakip ararken Lynne Margulies onunla dövüşmek için gönüllü olur.
Dövüşü kaybeder Lynne, daha büyük bir şey kazanır. Aşk. (Aşk + yanında troll ek paketi bedava)

    Andy, Lynne’i bir türlü aklından çıkaramaz. Sonunda onunla buluşmanın bir yolunu bulur. Onunla bir güreş müsabakasında daha bulunmasını ister. Eğer Andy bu müsabakayı kaybederse Lynene ile evleneceğini söyler.
Bazı nedenlerden dolayı bu müsabaka gerçekleşemese de iki gönül bir olunca trollük yalan olur demek isterdim ama Andy yapacağını yapar, evlilik teklifini de kendini güreş şampiyonuna dövdürerek troller. Lynne bu gerçeği çok sonra öğrenecektir ama önemli değildir, Andy ile beraber yaşamaya başlar ve bu birliktelik Andy’nin şüpheli ölümü gerçekleşinceye kadar devam eder.



Eğer Buradaysan Üç Tık!

    Andy’nin enteresan sahne gösterilerine bütün bir yazı boyunca bolca değindik. Bunların arasında olmadığı insanlar gibi davranmanın geniş yer tuttuğunu belirttik. Kanserden kaynaklı ortaya çıkan vücudundaki kistleri fark ettirmeden insanlara dokundurmasının da bir gösteri türü yaptığını, yani kendi hastalığını bile böyle şov malzemesi yaptığını düşününce çoğu insanın ölümüne inanmaması normal. Hatta pek çoğu insan hastalığına da inanmıyordu.

    Fakat Andy’nin durumu ciddiydi, hastalığı çok çabuk ilerliyordu. Modern tıptan umudunu kesince kocakarı zırvalarından dine kadar ne varsa nedeni. Fakat hiçbir şey işe yaramadı. Andy Kaufman hastalığa yakalandıktan yaklaşık bir yıl sonra ne yazık ki aramızdan ayrıldı.
Önceden insanlar Andy’nin komik olduğunu düşünenler ve tam bir geri zekalı olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılıyordu. Andy’nin meçhul ölümü gerçekleştikten sonra Andy’nin gerçekten öldüğünü düşünenler ile ölmediğini bunun da dâhiyane bir şakası olduğuna inananlar olarak ikiye ayrıldılar. Ölüm haberi geldikten sonra Tony Clifton’ın görülmesi de kafaları daha çok karıştırdı fakat Tony Clifton’ın da gerçek mi yoksa sahte mi olduğu daha en baştan beri aydınlanmamış bir konuydu zaten.

    Andy, öldükten tam 20 yıl sonra geri gelecek denildi. İnsanlar 2004 yılında heyecanla bunu bekledi, yabancı gazetelerde haber oldu. Fakat Andy gelmedi.
Kimilerine göre Andy, Jim’e filmde oyunculuğunda yardım etti, neyi nasıl taklit etmesini, ona nasıl “Andy” olmasını gösterdi. Jim, kendisine bu konu hakkında sorulan tüm soruları yanıtsız bırakmakla yetindi.

    Aynı yıl bu filmle Jim, Oscar’a “En iyi komedi oyuncusu” olarak aday gösterildi fakat Jim bunu reddeti. Gerekçesi de “Andy Kaufman bir komedyen değildi.” Oldu. Çünkü Andy asla bir komedyen olduğunu söylemedi!
Andy geri gelmedi ve gelemeyecek gibi ama…


   …Ama belki geri gelir, çünkü o her zaman izleyicisinden 1-0 önde olmayı seven biri.


   Bu arada, filmi de izlemek isteyenler için : http://unutulmazfilmler.co/man-on-the-moon-aydaki-adam.html


     Ne olursa olsun, hem mecazi anlamda, hem de gerçek anlamda "Sen çok yaşa Andy Kaufman!"

7 Kasım 2015 Cumartesi

AŞK KIRINTISINA EKMEK BANIP YEMEK

Merhabalar,

Başlığa takılıp da lütfen beni Pucca misali aptal romantik blog yazısı yazacak sanmayın. Ben, hayatımın o evresini on dört yaşımda bıraktım. Daha ileriye taşımayı da pek düşünmüyorum. Bundan sonra yapacağım en ekstrem şey böyle ikili bir ilişki içinde yaşanan cidden komik bir anıyı arkadaşlarıma anlatmak olur. Çünkü gıybeti çok seviyorum. 

Bak bu konuda bana kesinlikle güvenebilirsiniz, çünkü ben gıybet sevdiğimi (dedikodu deyince aynı etkiyi yaratmıyor, böyle ağız dolusu gıybet demek daha zevkli ohhh)kimseden gizlemeden açıkça söylüyorum. Tabii şerefsiz değiliz, yakın dostlarımızın, ailemizin falan sırlarını on liraya bira yanında bir tekila shot ortmında dökmüyoruz. Zaten bu hayatta bir "canım ben dedikodu yapmam" diyenden korkacaksın, bir de erkeklerin "dedikodu karı kısmının işidir abi yea" diyeninden. Çünkü onlar, yaptıkları şeyin dedikodu olduğunu bilmeden yapıyorlar. "Kanka lan bizim okulda XX vardı ya kız yollu olmuş, geçen şu Alsancak'taki meşhur gavat barı var ya, heh orada vermiş." tarzı. Seks hikayesi anlattığını sanarken gıybet yapmak. Uuuğ beybiğğğ...

Neyse, konumuz bu değildi. Aslında oldukça ciddi bir konu hakkında yazmayı düşünüyordum. Hatta bakın, bu yüzden daktilo yazısı bile seçtim. O yüzden kendimi ve sizleri ciddiyete davet ediyorum. Ve izninizle başlıyorum:

Her şey geçen gün yorgun argın metroya binmem ile başladı. İzban denen lanet şeyden inip, metroya binince ve boş yer bulunca zaten sevdiğin kişiyi sana bakarken yakaladığından daha çok seviniyorsun. (Bakın yavaştan mevzuya giriyorum).

Neyse, gördüğüm boş yere hızlıca oturdum. Şu karşılıklı bakan dörtlü koltuklardan. Önümde kıvırcık saçlı bir kadın var. Tahminen otuz yaşlarında falan. Saçları dökük dökük, derisi gözüküyor. "Hasta herhalde geçmiş olsun." dedim içimden. (Vallaha kötü niyetim yok, iyi niyetliyim.) Kitap okuyor kadın. Neyse, başımı cama çevirdim, siyah cama yansıyan milletin yüzünü inceliyorum, arada "Hoca 73 sayfa işledi ya vicdansız..." diye düşünüyorum falan. Sonra boynum ağrımaya başlayınca yeniden önüme baktım. O sırada kadının okuduğu kitabın kapağını gördüm. Aşkım Kapışmak isimli adamın kitabıydı. Kitabın adını bilmiyorum ama gördüğüm arka kapakta Aşkım Kapışmak olduğunu tahmin ettiğim bir adam seçimleri kazanan siyasetçi gibi sağ elini kalbine koyarak okurunu selamlıyordu, üstte de "Kendine bir söz ver" yazıyordu. Sanırım bir on saniye daha baksam "A.K. Parti (Aşkım Kapışmak Parti) en büyüüük!" diyerek metroda bağırmaya başlayacaktım.

Kişisel gelişim kitaplarını oldum olası sevmedim. Özellikle böyle aşk meşk üzerine olanları daha da sevemedim. Kişisel gelişim kitapları işe yaramayan aptal söz oyunlarıdır. Benim bu blog yazımla aynı derece edebi değer taşır, yani %10 'lık bir değer! Hah, gelgelelim neden aşkla ilgili kişisel gelişim kitaplarını daha da saçma buluyorum? Çünkü iş hayatınla ilgili bir kişisel gelişim kitabı bir derece işine yarayabilir, ama aşk tamamen özeldir ve şu dünya üzerinde altı milyondan fazla insan varsa altı minlyondan fazla aşk vardır. Yani kalkıp da "Ben yaptım oldu, sen de yap" ancak üçüncü sınıf romantik komedilerde işe yarar. Tamamen fasa fisodur. "Okumadan nereden bileceksin lan muhalefet!" diyebilirsiniz. Efendim bakın onuncu sınıfta mı neyim, yaklaşık bir buçuk yıldır aynı çocuğu seviyorum, çocuk mezun olup gidecek ben daha anca konuşuyorum falan. Gittim bu durumu anneme anlattım. Annem de bana İlhan Uçkan diye bir kadının kitabını verdi. On sayfa okuyup "Bu ne anasını satayım..." deyip fırlattım. Zaten zamanında babam gibi bir angutla, bir kalasla evlenen kadına niye böyle bir dert anlattım bilmiyorum. Şu hayatta aşk konusunda tavsiyelerine güvenmeyeceğim iki tane tatlı hanım efendi var, ikisi de ailemde.

Yani eskiden öyle düşünüyordum.

Neyse, kitabı okuyan kadın baya kilolu ve ileri derecelerde bir gözlük takıyor. Hani şu camın içinden gözleri kocaman kocaman yapan, hatta lens bulanamayan derecelerdeki gözlüklerden var ya, ondan işte. Bakın tekrardan belirtiyorum, amacım bu kadını küçümsemek ya da dalga geçmek değildir. 

O an bu kitapları pek beğenmediğim ve aşağıladığım için kendimden utandım. Şöyle düşününce bu tür kitapları, toplumun "güzellik" ya da "başarı" algısına takılan insanlar okuyor. Toplumun koyduğu belli başlı normlara uymayan herkesi ötekileştiriyoruz. "Ahuahauha amk karısı o kitabı okuyacağına tipini düzeltsin lan önce ahuahau" diyen insanlarız. "Canım çok iyi kalplisin ama tipim değilsin" diye bir şey var sonuçta. Bu tür kitapları kimse zevkinden okumaz, ciddi anlamda ihtiyaç duyan, hayatında bir şeyler değiştirmek isteyen kişiler okur. Böyle insanların yüzüne karşı "Kızım/ oğlum bu kitaplar bir boka yaramıyor" diyemem, diyemezsiniz. 

Bu kitapları on yıldır terfi alamayan adam okur, kilolu olduğu için sevdiği kişiye açılamayan kız okur, gözleri ileri diye dalga konusu olan adam okur, altı yıldır üst üste üniversite sınavına giren kız okur. O insanlarla sürekli dalga geçmen yetmezmiş gibi, daha iyi olma çabasıyla da dalga geçemezsin.

Bir insan kendi tipinden rahatsızsa, zaten bunu düzeltmeye çalışır. Düzeltemese de. Bir insan kendinden memnunsa zaten sorun yok. Sen bağırsan çağırsan bir şey değişmez. Kendini seviyor çünkü, kendine güveniyor. Senin eleştiri okların üzerinden uçar gider.

Bak mesela Nicki Minaj, o ablanın saçlarını siyah yap. Üstüne normal bir tişört ve ceket giydir. Altına siyah tayt, ayaklara babet. Yürüsün böyle sokakta. Türkiye'deki kızların %70'i böyle giyiniyor ve kalçası iri. Bizlere gelince "Amına kodumun ayısı insan o kalça ile tayt mı giyer lan bir de kendini güzel sanıyor." dersiniz, kadın o popo ile milyonları götürüyor. (Sesi ve müziği leş ötesi olduğu için kendisinin poposuyla ünlü olduğunu söylemekten de pek gocunmuyorum. My blog, my rules.)

Bilimadamları diyor ki, sevgi ihtiyacı da karın tokluğu gibi önemi bir ihtiyaçmış. Ayrıca nasıl uzun süre yemek yemezsek acıkırsak, uzun süre birisinden ya da birilerinden sevgi görmedikçe sevgiye acıkırmışız. "Kanka sevgiye açım artık ya..." da bir gerçekmiş. Düşünün yani koca bir hayat sevgiye aç böyle. Sonra elin sivilceli adamıyla saçları boyatmaktan yanmış kızı, ikisi de daha kendilerinden bile memnun değilken, sana gelip "Canım o kitaplar hep hikaye ya." diyor. Oysa hani senin istediğin o sivilceli adam ya da yanık saçlı kız olmak, çünkü kendini onlardan kötü görüyorsun.

Kendini olduğun gibi beğenip beğenmemek senin kendi işin, ama başkasına karışmak mı? Hadi lan oradan!

5 Kasım 2015 Perşembe

EN FEMİNİST 10 KADIN SÜPER KAHRAMAN

Merhabalar, merhabalar!

        Şu hayatta beni vuran iki can alıcı noktam var, onu da beni az biracık tanıdıysanız anlamışsınızdır. (Hala anlamayanları yazının başlığını evde düz beyaz bir A4 kağıdına yüz kere yazmalarını istiyorum, belki bir aydınlanma gelir.)

         Efendim, şimdi çizgi romanlar genelde herkesin çok ilgi duyduğu bir alan değildir. Hoş, ben bu memlekette yaşayıp da çizgi roman sevmeyen birini zaten şimdiye kadar görmedim. İki tane fantastik film izleyen Batman tişörtüyle dolaşıyor ve "Kanka ya Batman adamdır!!!" diye triplere giriyor. Fakat ben bu insanlara o kadar kızmıyorum, benim asıl kızdığım kesim aşırı fanboy/fangirl kesim. "Aaaabi ya resmen o sahnede Tony Stark'ın 1969 yılında kullandığı tuvalet kağıdının görünmesi gerekiyordu, koymamışlar abi yaaa" kesimi. Bence her şeyi dozunda bırakmalıyız. Herkesin her şeyi eşit bildiği o zamanları hatırlayın. Hey, sen! Az mı Fox Kids'te Spiderman izleyip evde koltuktan koltuğa zıplamadın? Hulk'ın ilk filmi bir hüsran olsa bile, Toyz Shop'ta satılan Hulk yumruğu eldivenlere hiç mi el sokmadın? Peki ya sen tatlı kız? Hiç mi küçükken X-Men'de Storm'a özenip okul bahçesinde "Şimşeklerrrrrrr" diye bağırmadın? Arkadaşlar gene X-Men'in çizgi filminde falan hiç mi "Gambit ve Rogue öpüşecek de Gambit komaya girecek'' diye romantik heyecanlar yapmadınız?

          Bir tek ben olamam lan... Bir tek ben değilimdir yani...

          Neyse bu birleştirici konuşmamdan sonra listeye girmeden sizinle bir şeyi daha paylaşmak istiyorum. Hiç hayatınızda Bechdel testi diye bir şey duydunuz mu? Bechdel testi, Alison Bechdel tarafından bulunmuş bir testtir. Basitçe anlatmak gerekirse, bir filmin ne kadar cinsiyet eşitlikçi olduğunu anlatıyor. Bechdel testine göre üç unsur gerekli:
1) Bir filmde en az iki kadın karakter olmalı
2) Bu iki kadın birbiri ile konuşmalı
3) Bir erkek hakkında değil, farklı bir konu hakkında konuşmalılar. Burada erkekten kasıt illa aşk ilişkileri falan olmak zorunda değil. Yani "Elektra, yavaşça Matt'e döndü ve 'Natasha başının dertte olduğunu söyledi Matt...' dedi" gibi bir sahnenin olması bile yeterli. http://bechdeltest.com/ adresine de bakarsanız ister Marvel olsun, ister DC, çoğu süper kahraman filmi burada patlak veriyor. 

           Çok da şaşırmamak gerek. Ne yazık ki çizgi roman çoğunlukla erkek okuyucu kitlesine sahip bir tür, filmler de daha çok erkeklerin ilgisini çekiyor. Yazarların da büyük kısmı erkek. (Kadın sayısı az değil, genele vurunca az.). Bir de insanların kafasındaki "kas yığını güçlü erkek algısı" var. Mehhhhh! Fakat buna rağmen çizgi romanlar çok güçlü, çok özel, ikon olan kadın karakterlere sahip. Ben de kendimce, tamamen kendi özel fikrimce bir liste yaptım. Bu arada, bilirsiniz ki DC sevmiyorum. Tarafsız olmak için onlardan da koydum ki burada bana alkış! Buyrunuz!

10) Raven

Kim derdi ki Morlu arkadaşınız DC'den bir karakter hakkında konuşacak... Hayat işte. Ama çok da şaşırmamak gerek aslında, Raven'ı sevmeyen yoktur. Babası iblis, annesi insan olan bu güzel hanımefendi, boyutlar arası geçiş yapabilmekte. Acıyı ve yaraları tedavi edebilir, insanları manipüle edebilir. Arada bir kafayı kırıp "Welcom to the dark side" moduna girer ama babası iblis olduğu için doğal karşılıyoruz.

9) She Hulk
She Hulk'ı bilmeyen yoktur. Aslında kendisi benim favorilerimden ama dokuz numaraya koymamın sebebi zaten var olan bir karakterin "Ulan bunun bir de dişisini yapalım hem seksi falan olur çok tutar" düşüncesi ile oluşturulması. Neyse, Jennifer Walters (She Hulk), Bruce Banner'ın (artık bunun kim olduğunu biliyorsunuzdur...) kuzenidir. Kendisi avukattır, bazen maceralarda Daredevil kankisi ile takıldığını görürsünüz. Bir gün kuzeni Bruce, kendisini ziyarete gelmiştir. Kendisi de o sırada bir cinayet davası üzerinde uğraşmakta, bir suçluyu savunmaktadır. İşte müvekkilinin öldürdüğü adamın adamları evi basar, bu hatuna ateş ederler. Bruce "Kuzenim ölemez!" triplerine girer. Kan versem mi vermesem mi bir çekincede kalır. Sonra koy göte rahvan gitsin ben kuzenimin yaşamasını istiyorum sokarım gama radrasyonuna, beni öldürmediyse onu da öldürmez bizim aile dayanıklı demek ki diye düşünerek kendisine kan verir. Sonra da olay yerinden uzaklaşır. Garibim Jennifer hastane odasında uyanır, onu öldürmek isteyen adamlarla karşılaşır, atara gelir ve She Hulk olur. Fakat şansına ablamız, kuzeni gibi Hulk'a dönüşünce "Hulk smash!" olayına girmemiştir, aklı fikri hep yerindedir yani.

Kendini normale döndürebildiği halde böyle olmayı seviyor. En sevdiğim sözü: İyi bir avukat asla şansa ihtiyaç duymaz! (Acaba neden en sevdiğim sözü... Hmmm...)

Bu da benden size bir güzellik:https://www.youtube.com/watch?v=aTr3gClwArQ

8) Psylocke
Mor saçlarına, mor enerjine kurban... Hem Asya kökenli (aslında bu onun gerçek bedeni değil diyorlar ama o konu hakkında çok bilgim yok, okumadım.) , hem mor sevdalısı, hem de hayvanlar gibi dövüşüyor. İnsan olarak yatıp Psylocke olarak uyanmak istiyorum ulan. Yeter artık! Hayır ninja falan olması yetmezmiş gibi zihin de okuyabiliyor. Bir çoğunuz benim yazdığım bu yazıyı okumaya üşeneceksiniz şerefsizler ya. Telekinetik yetenekleri de var. Kötü enerji falan da büküyordu sanırım. AMİN BİSMİLLAH DEYİP KOŞUŞTURMAK İSTİYORUM EVDE ŞU AN YA...
Hala bilmeyen kaldı mı, pek sanmam ama, yeni X-Men filminde göreceğiz kendisini. Daha önce Last Stand'de görülmüştü, onu ona bağlarlar mı ne yaparlar orasını bilmiyorum...

7) Captain Marvel (Bizim oralarda Ms Marvel da derler) (Sürüyle var bunlardan ben iki tanesini ele alacağım: Carol Danvers ve Kamala Khan)

Sevgili bayanMorluSiyah, neden üç yüz elli milyon tane Ms. Marvel var, neden adı Ms. Marvel'ken Captain Marvel oldu diye sorarsanız açıklayamam. Cidden bilmiyorum. Ama karakterleri tanıtabilirim. Bildiğim kadarıyla ilk Captain Marvel Carol Denvers, şu sarışın ablamız. Kendisi eski NASA güvenlik şefi, uzaylı Kree ırkı üzerinde deneyler yapıyor ve insan üstü güçler kazanıyor. Uçabiliyor, isterse bir binayı komple yerinden kaldırabiliyor vs. Eskiden böyle siyahlı, seksi bir kıyafeti vardı ki, sonunda artık normal bir insanın dövüşebileceği kıyafetlere geçiş yaptı. Hayır ben anlamıyorum şu mayo ile dövüşme olayını zaten. Neyse. X-men'den Rogue'u hatırlarsınız. Kendisi bir savaşta (Tabii o zaman kötülerin tarafında Mystique'e "annişko" dediği yıllar) bu ablamıza bir yapışıveriyor. Ne kadar gücü varsa emiyor Allah emiyor. Tabii bu Rogue hep biraz maldır, gücünün sınırını ayarlayamaz, vur dersin komaya sokar ya Carol'ın ne kadar anısı varsa onu da emiyor. Sonra işte klasik koma. 

Size bir güzellik (Ms Marvel mayosu da ektedir) : https://www.youtube.com/watch?v=O8k7hlN5l9w

Şimdi gelelim Kamala Khan'a. Pakistan kökenli bir Müslüman, Amerika'da yaşıyor. Video oyunlarına ve çizgi romanlara meraklı. Etnik kökeni yüzünden dışlanıyor. Pek fazla arkadaşı yok (Bir tane Türk arkadaşı vardı yamulmuyorsam. Yamuluyorsam düzeltin.). Okul arkadaşlarının düzenlediği bir partiye (ailesi izin vermese de kaçarak) gidiyor. Sonra orada herkes bu kıza bir güzel gömüyor. Ayşecik filmlerinde partiye köylü kıyafetiyle giden Ayşecik misali gömüyorlar Kamala'ya. Sonra ortada bir anda Samanyolu TV sisleri beliriyor. Sisin içinden Captain Marvel çıkıyor. Ona ne istediğini, neden mutsuz olduğunu soruyor. O da sana benzemek istiyorum (kim istemez ki zaten) falan tarzı bir şeyler diyor. Captain Marvel da onu kendine dönüştürüyor. 

İlk siyahi kadın süper kahraman da Captain Marvel'ın bir versiyonuymuş. Ama onun hakkında bir fikrim yok, hayat çok acayip gerçekten...

6) Blackwidow
Ayıp artık ya, bunu da açıklamıyorum artık... 

5) Red Sonja


"Bu kadındaki kostüm heteroseksüel bir kadını bile azdırır, bunun neresi feminist!" diye bağırınmadan evvel sakin olalım. 
Red Sonja son derece güçlü bir savaşçıdır. Conan'ın sevgilisidir, ama aralarındaki şey tam anlamıyla aşk diyemem. Biraz Batman ve Cat Woman gibi. Ne yardan ne serden kafası yani. Neyse, yüz kişilik bir erkek asker ordusunu teker teker kılıçtan geçirip, bu mücadeleden bir çizik almadan kurtulabilir. Hikayesi de ilginçtir. 17 yaşındayken köylerine gelen bir grup manyak Sonja'nın ailesini öldürür, bütün köyü darmadağın eder ve Sonja'ya da tecavüz eder. Sonja bir şekilde ellerinden kurtulmayı başarır. Bir Tanrıça yaşadığı bunca acılardan sonra intikam alması için ona yenilmezlik gücü bahşeder.

Bir başka versiyonda ise Red Sonja hala bakiredir. Kendisini yenen ilk erkeğe bekaretini verecektir. Bir erkeğe bağlanmak, bir erkeğin onun bedeni hakkında söz sahibi olması olası bir şey değildir, "madem öyle olacak o zaman bu adam benden nitelikli olmalı" düşüncesi vardır. "Zaten nasıl olsa kimse beni yenemez!" düşüncesi vardır. ASIN ULAN BALKONLARA RED SONJA BAYRAKLARINI, ASIN!
Hatta kendine "Yav verdiğin bu karar ne gel şu çalıların ardında on dakikalık iş eheheh hem evleniriz lan valla söz" tarzı salaklıklar yapan (Tamam tam olarak böyle değil ama olsun) erkeklere de "Canım ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya, bu saatten sonra nah evde oturur çocuk büyütürüm." tarzı cevaplar falan verir. 

4) Elektra
Ayrı bir manyaktır ama çok severim. Ninja suikastçidir kendisi. Babası Yunan bir diplomattı. Matt Murdock (Daredevil) ile aynı okula gidiyorlardı, Matt hukuk, kendisi siyaset okuyordu. Sevgiliydiler. Kendisi pek deli divane gözükmese de ben Elektra'cığımın içini bilirim, içi gidiyor hala Matt'e. Matt de sorsan aşık değilim der ama bir kere karşılaşmaya görsün hemen "Keşke o gece o odadan hiç çıkmasaydık Elektra..." moduna girer. Babası bir suikaste kurban gidince Elektra feci depresyona girer. Matt'i ve Amerika'yı terk ederek Japonya'da dövüş sanatlarına adar kendini. Orada Matt'in de ustası olan Stick ile tanışır. İçindeki bitmez kin ve nefret yüzünden Stick ona eğitim vermeyi bırakır. İyice dellenen Elektra bir suikast örgütüne katılır. Mükemmel bir suikastçi olur ama bu sefer çalıştığı örgütün kanun dışı hile hurda olayları onu bezdirir ve tekrar kaçar. Bir olaylar sonucu yolu Daredevil ile keşişir. Onun Matt olduğunu anlar. Matt tabii sevdiği kadının bir ölüm makinesine dönüşmesine baya karşı çıkar ama sonuçta birbirlerine aşıktırlar. Tam her şey güzel olacak derken Elektra, Matt'in baş düşmanı olan Kingpin'in baş suikastçisi olur. Matt'i psikolojik olarak yıkmak isteyen Kingpin, Matt'in ortağı ve can dostu Foggy'nin ölmesini ister. Elektra onu öldürecekken bunu yapmaktan vazgeçer ve onu bağışlar. Kingpin de "Vay orospuya bak sen..." der ve eski baş suikastçisi Bullseye'ı geri çağırır. "Git şu amına kodumun karısını öldür." diye emir verir bir de şerefsiz. Sonra ne mi olur çocuklar? Elektra ölür. Böyle Matt de onun cesedine sarılıp, "Açaydım kollarımı gitme diyeydim Japonya'ya..." tarzı ağlar, ah canım benim... Ama Marvel evreninde ninjalar ölmez pek. Bu kızı ninja vari büyülerle falan dirilttirler. Dirilince de yeniden hayatın anlamını anlamak için Matt'i terk eder. Hala arada sırada hobi olarak Matt'i terk ediyor.

3) Catwoman
Yani belki kahraman değil ama bir anti kahraman bence... Hakkını yemeyiniz. Kendisini çokça severim. Yani her şeyden önce o bir kedi, ayrıca Batman'den ne kadar nefret ettiğimi hesaba katarsanız kendisinin Batman'i ikide bir bok çuvalı gibi bırakıp mala bağlatması çok hoşuma gidiyor. Kendisi eskiden çekingen, ensesine vur lokmasını al bir tipken patronu kendisine bir kazık atıyor. Yetmiyor, manyak bir de bunu camdan atıyor. Sonra düştüğü yerde çevresine toplanan kediler yüzüne pıhlıyor. (Bkz: Kedi pıhlaması) Sonra ablamız kedi özellikleri alıyor. Ani bir özgüven, bir seksilik geliyor. 

Sinemada sırasıyla Michelle Pfeiffer, Hale Berry ve Anne Hattaway tarafından canlandırıldı. Nolan seven ve Nolan'a laf söyletmem diyenler gitsin şimdi, bence sinema tarihinin en seksi, en güzel ve en kafadan kontak kedi kadını Michelle Pfeiffer'ın hayat verdiğidir. Çünkü bence bir insanın içindeki eski "ben"i öldürmesini bundan güzel canlandıran yok ahhhh:


2) Mystique

Kendisini bilmeyen yok. Çokm güçlü, yılmaz ve yıldırılamaz bir karakter. Evet, görüntüsü ile ilgili çok sorunlar yaşadı, fakat şu bir gerçek ki hayat mutantlar için hiç kolay değil! Hele Mystique gibi çok yaşlı bir mutantsanız. Evet, Mystique çok yaşlı, genleri yaşlanma hızını düşürüyor ve hep genç gözüküyor ama yaşı tam olarak bilinmemekte. Dünya var olduğundan beri olabilir yani. Filmlerde ne kadar Magneto'nun maşası gibi gösterilse de aslında kendisine ait bir çetesi de olmuştur, dişi aslanlar misali güzel de yönetmiştir o çeteyi. Biraz dengesizdir. Örneğin Rogue'u sokaklarda yapayalnız bulunca kankisi Destiny (Kör falcı kadın, geleceği falan görüyor, gücü bu. Aralarında biraz lezbiyen bir ilişki olduğu söylenir ama okumadım, bir şey diyemem.) ile beraber onu evlat edinir. Fakat Azazel'den olan kendi oğlu Nightcrawler doğunca onun bir ucube olduğunu, ucubeler için de hayatın ne kadar zor olduğunu bildiği için nehre atar. Tamam dengesiz, yılların yorgunu falan ama özünde iyi bir insandır. Yani şey, tamam, Charles'ın yaptığı onca iyiliği unutmuş da olabilir ama... Güçlü mü güçlü be. Bir de filmde şöyle bir sahne vardı. Nightcrawler yanına geliyordu (filmde aile ilişkilerine değinmemişler) "Duydum ki herkesin kılığına girebiliyormuşsun , sesine kadar, peki neden o zaman kendine seçtiğin bir kılıkla yaşamıyorsun?" diyordu. Ve Mystique "Çünkü böyle olması gerekmiyor..." diyordu. Kendisi olduğu için artık daha fazla utanmak istemiyor!
Kılığına girdiği kişinin DNS'ını komple alıyor. Parmak izine kadar her şey yani, çabuk iyileşebiliyor. Filmlerde cıbıldak gezse de aslında çizgi romanlarda giyiniktir. Bir de eşyaların şeklini alamaz, alırsa bu organlarına zarar verir.

1) Wonder Woman
Doğruyu söylemek gerekirse benim bir numaram değil. Fakat yaşına hürmeten kendisini bir numaraya oturtmak gerekiyor. Ayrıca, tarihteki ilk kadın süper kahraman değil belki ama (İlki Fanthom diye bir kadın) "Neden hep kadınlar bir köşede ağlayıp kurtarılmayı bekleyen kişi oluyor be!" düşüncesiyle yaratılmış ilk kadın karakter. Muhtemelen vizyona girecek yeni filmi de leş gibi olacağı için son bir saygı duruşu yapalım. Kendisi bir Amazon prensesidir. Yanlış hatırlamıyorsam annesi kilden heykelini yapar, sonra bu kil heykelin canlanması için çok dua eder, Amazon tanrıları da bu sesi duyar ve ablamıza hayat verir. Uçabilir, yükseğe sıçrayabilir, kurşun geçirmez, bileklikleri ile her şeyi geri tepebilir, belindeki doğruluk kementi ile bir kişiyi yakaladı mı bülbül gibi şakırtır falan. Bu kement ayrıca kendisine her zaman doğruyu ve ahlaklı olanı görmesinde yardım eder. (Bu kadar doğru ve ahlaklı iken neden Superman'in Louise ile sevgili olduğunu bile bile yürür onu sakın sormayın, bilmiyorum.) Arada Batman ile de bir şeyler yaşamışlığı var ama Batman'in sevgili olmadığı karakterler listesi çıkarsak daha kolay zaten. Genel olarak her zaman hanım hanımcık olmasının yanı sıra her zaman güçlüdür. Zaten bu yüzden bir feminist ikondur kendisi. 


Efendim, benden bu kadar. Sonra görüşürüz.