16 Aralık 2015 Çarşamba

DEDEME ÖMÜR BİÇİLMESİN

Merhaba,

   Normalde buraya sizi güldürecek, en azından tebessüm ettirecek yazılar yazarım. Fakat yüzümüz gülse de içimiz hep buruk olabiliyor, acı denen bir şey var sonuçta; ne kadar görmek istemesek de yüzümüze çarpıyor.

  Sizlere basit, aptal, ergenik bunalımlarımdan bahsetmeyeceğim, öyle bir durumda değilim zaten. Bendeki daha çok mutlak korku. Ölümle burun buruna gelmenin korkusu. 

  Üstelik, görünen o ki, ölüme bu kadar yakın olan kişi ben değilim bile. Ama öyle bir şey ki ölüm, giderken sadece sevdiklerimizi değil bir parçanızı da götürüyor yanında.

  Açıkçası şu yaşıma kadar ölümü hiç yakından tatmamıştım. Sevdiğim ve ölen akrabalarım ya ben çok küçükken öldüler, ya da pek fazla anımın bulunmadığı kimselerdi. Gerçekten ölüm denen şeyin ne derece ansızın geldiğini bu yaz fark ettim. Bunu şimdiye kadar iki olayda yaşadım. 

  İlki bir akrabamız olan Gülenay Teyze'ydi. Onu çok geç tanıdım, İsveç'te yaşıyordu. Ama harika bir kadındı. Çok zarif, çok kibar ve çok güçlüydü. O gerçekten şahane bir kadındı. Onun gücüne ve yaşadıklarına karşı yılmamasına hayrandım. Hâlâ da hayranım. 

  Tabii kendisi bizden çok uzakta olduğu için twitter'dan falan iletişim kuruyorduk. Ne zaman online olsa tweet'lerimi fav'lardı. Normalda hani kızarsınız ya akrabaların böyle şeyler yapmasına, ben hiç kızmazdım. Çünkü söylediğim bir şeyin onun komiğine gitmesi hoşuma gidiyordu. Bir gün çok uzun süre ondan hiç etkileşim almadım. Sonra bir gün yine arka arkaya bir etkileşim patlaması yaşadık. 

"Gülenay Teyze, hoş geldin seni çok özlemişim! Seni çok seviyorum!" dedim ona.
"Ben de seni çook seviyorum canım." dedi.

  Gülenay teyzem 3-4 hafta sonra, hiçbir uçağın beni onun yanına götüremeyeceği bir uzağa gitti... Asla ama asla sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söylemek için beklemeyin. Birisine onu sevdiğinizi söylemek için en uygun zaman, her zamandır.

   İkincisi...Dershanede çok sevdiğim bir hocam vardı, Gökhan Hoca'm. Kendisini on birinci sınıfta tanımıştım. Bana sıfırdan geometri kurmakla kalmadı, bir abi gibi, hatta bir baba gibi davrandı. Özellikle on ikinci sınıftayken daha da yakından tanıdım onu. Daha doğrusu yakından tanıdık, ben ve arkadaşlarım. Kendisi harika bir adamdı, gönül işlerinden yemeklere, hayvanlara, her şeye kadar konuştuğumuz, iri mavi gözlerini konuşurken koca koca açan, gülerken ise kısan şahane biriydi. 

  Geçen kış İstanbul'daki babası kalp krizi geçirmişti. Artık ailesinin yanına dönmek istiyordu. Yazın son dersimizde "Ben artık gidiyorum gençler" dedi. "Babamın ne kadar vakti var bilinmez.". Kendisiyle aramızda özel bir bağ olduğunu söylemiştim. "Üvey baban nasıl seviyor musun onu?" diye sordu aynı gün. "Gökhan Amca mı? O harika bir adamdır, onu çok seviyorum." dedim. "Aaa onunda mı adı Gökhan, iyi bak bir Gökhan gidiyor bir Gökhan geliyor seni korumaya..." dedi. Güldü.

  Hocam gitti. Ama ne yazık ki İstanbul'a değil. Uzağa. O günden beri size yemin ederim ki her gün hocamı düşünüyorum. İstisnasız her gün. Bazen telefonuma bakıp numarasına bakıyorum. Öyle boş boş telefon ekranındaki numara bakıyorum, fakat kafamda hep "Şimdi arasam ve her şeyin kötü bir şaka olduğunu söylese" diyorum. Hocamı çok özlüyorum.

  Ne yalan söyleyebilirim, sevdiğimiz insanların ölmesini kabul edemiyoruz. Onları tamamen kaybetmek istemiyoruz, bu tür zamanlarda cennet fikri oldukça cazip geliyor. Hocam yukarıda ve yine bütün öğrencilerinin arkasını kollamaya devam ediyor. Gülenay Teyzem tüm gücü ve asaletiyle hâlâ kızlarını korumaya devam ediyor. Belki de arada bana da bakıyordur?

   Beni bilen bilir. Hayatta beni deli sarsacak ölümler listemde ilk ikiyi kedime ve dedeme vermiştim. Dedeme ömür biçilmesin.

  Dedem... İmzasını bileğime döğdürdüğüm adam. Bu dövmeyi yaptırdım çünkü dedem hep yanımda kalsın istiyorum. Asla ama asla gitmesin. Ben mezun olurken, ilk cübbemi giyerken, ilk davama çıkarken, eğer bir gün evlenirsem o zaman da yanımda olsun istiyorum. Hayatımın her anında, her dönüm noktasında yanımda olsun. 

  Peki neden imza? Neden bilek? 

  Küçükken anneannem kanserdi. Benim altı yaşıma kadar çoğu günüm anneannemlerde geçti. Çocuktum ve haliyle çok sıkılıyordum. Dedemle gezerdik, pazara giderdik. Bana oyuncaklar alırdı. İlk topuklu ayakkabımı (oyuncak, plastik topuklu terliklerdi.) dedem almıştı. İlk ve tek Spiderman oyuncağımı da dedem almıştı. Aslında baya kalitesiz bir oyuncaktı, pazardan almıştık. Spiderman hayvan gibi bir kas yumağıydı ve maskesinin yüz kısmı açıktı. Üstelik yüzü hiçbir şekilde Peter Parker'a benzemiyordu. Hiçbir evrende, hiçbir versiyonuna. Neyse, dandik Spiderman'imin kolu bir süre sonra bozuldu. Kötürüm Spiderman'imi tamir etmek isteyen babam onu öldürdü. Zaten hep böyle olmuştur. Babam her şeyi daha beter hale getirir.

  Dedemle resim çizmek, zaman geçirmek, mitoloji ansiklopedisi okumak falan derken zaman geçti. Dedemin elinde büyüdüm. Kağıt hamurundan heykel hayvanların, kitapların ve sonsuz sevginin içinde. 

 Annemle babam ayrıldıktan sonra da maddi desteğini üzerimden çekmedi. Hatta ablam duyunca kızacak belki ama (Çünkü o ilk torun...) benim için "Torunlarımın en akıllısı" tabirini kullandı. Başka herkes beni işe yaramaz bir salak gibi görebilir, çünkü ben hayatımın adamı dediğim böyle muhteşem bir insan tarafından övüldüm. 

  Ellerim dedeme benzer. Resim öğretmeni dedemden de bir miktar yetenek almışım. Şans. Bir keresinde ellerimi tutup "Bu eller, bir sanatçı elleri. İnce uzun parmaklar, orta parmaktaki minik bombe. Böyle eller değiştirmiştir dünyayı..." demişti.

  Benim ellerim değiştirir mi dünyayı? Sanmam. Ama dedemin ellerindeki şevkat bir koca ailenin hayatını değiştirdi. 

  İşte dedemin eseri olduğum için, bir tablonun alt köşesine imza atar ya ressamlar, ben de kendi alt köşeme bir imza attırdım. Asla pişman olmayacağım, her zaman onurla taşıyacağım bir imzaydı. Dövmeyi gösterdiğim gün dedemin gözünde mutluluk ve gurur vardı. Zaten biz torunları iyi de yapsak kötü de, dedem hep bizimle gurur duyar.

 Dedemde birkaç kere kanser çıkmıştı. Bağırsağından iki kere ameliyat olarak tümörleri aldırmıştı. Fakat bir ay önce aldığım bir haberle dünyam yıkıldı. Dedemin iki akciğeri, karaciğeri, midesi ve bağırsağında tümörler vardı. Mide, karaciğer ve akciğerdekiler ise kötü durumda... Doktorlar dedemin son bir yılı olduğunu söylediler bize.

  Dedem hastalık hastasıdır, durumun ciddiyetini tam açıklamadık. Yakında kemoterapiye başlayacak. Kemoterapi sonucu iyileşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu söyledik. Seksen beş yaşındaki dedem bunu bilmiyor. Ama koca çınarım elbette bazı şeyleri anlıyor. Yüzüne karşı gülüp evin arka odalarında ağlasam da ona bir şey çaktırmıyorum. Sessiz sessiz ağlamayı çok önceden daha beter deneyimlerle anlamış biriyim - Ve sizi temin ederim ki bu deneyimler aptal aşk acısı falan değildi. - 

  Kendimi hep bir gün dedemin başına bir şey gelmesine alıştırdığımı sanardım ama insan böyle bir şeye alışamazmış. Hazırlayamazmış kendini.

 Dedemi çok seviyorum ve şimdi her anımı onunla geçirmeye çalışıyorum. Okulu, arkadaşlarımı anlatıyor, onunla fotoğraflar çekiliyorum. Onu kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Kitaplığından kitap aşırıyorum. (Kuran'ın yanında Stephan Hawking kitapları olan, Dan Brown fanı, kitaplığında Mario Puzo'nun Baba'sını bile bulabileceğiniz biridir.) Bunlar hep yaptığım şeyler zaten, göze batmıyor.

  Dedeme ömür biçilmesin...
 Dedeme ömür biçilmesin...
 Dedeme ömür biçilmesin...
 Dedeme ömür biçilmesin...

 En büyük korkularımdan biri de dedemi kaybettiğim gün, benim için böyle korkunç bir günde yanımda olacağını söyleyen hiçbir arkadaşımın yanımda olmaması olur. Çıldırıyorken, içim parçalanırken, nefes alamazken yanımda hiçbir dostum olmazsa, sanırım bir daha yanımda görmek de istemem.

  Son olarak, buraya bu yazımın özü olan bir şarkı sözünü paylaşmak istiyorum efendim, yoksa toparlayamayacağım. 

"Durup düşünmeye zamanın olur mu ?  Yitirmeden anlamaz insan  Sevdiklerin yolun sonunda  Sarıl her fırsatında o insana  Arkasından ağlayan olma  Geri getirmez çok ağlasan da ..."

Bu da link: https://www.youtube.com/watch?v=aObdAXq1ZIo

  

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder