Merhabalar!
Uzun bir aradan sonra yine sizlerle birlikteyiz. Öncelikle yazılarımı okuduğunuz, hatta komik anılarımın yanında olduğunuz kadar acılarımın da yanında olduğunuz için teşekkür ederim. :)
Hem hayatımızın içinden olsun hem de enteresan bir şey olsun istedim bugünkü yazım. Bu yüzden karşınıza Florence Nightingale Sendromu ile çıktım. Minik bir uyarı, bu yazı kadın psikolojisi ile ilgili olduğu için sadece kadınlar için yazılmış gibi görünebilir fakat erkekleri de bir o kadar ilgilendirmektedir. Yalnız rica ederim beyler, bu yazıyı okuduktan sonra piç olmayın. Zaten etraf şerefsiz gavat kaynıyor. Hah, şimdi "durup dururken neden biz piç oluyoruz lan?" diyebilirsiniz. Haklısınız efendim, ama bunun nedenini yazıyı okudukça anlayacaksınız. Zaten ben durup dururken birine sövmem, beni tanıyorsunuz artık. Neyse. Hazırsanız yazımıza başlayalım.
Bunlar da arka fon olsun:
1) https://www.youtube.com/watch?v=qHJdklukGRA
2) https://www.youtube.com/watch?v=JzZ-Mgi1My4
3) https://www.youtube.com/watch?v=GSrvzb0oDXQ
4) https://www.youtube.com/watch?v=bx1Bh8ZvH84
Aranızda büyük bir çoğunluğun Florence Nightingale'i tanıdığını düşünüyorum. Ama olsun, tanımayan olabilir. Onlar da rica ederim ki üzülmesin, ben onlar için kendisini tanıtacağım zaten.
Florence Nightingale modern hemşireliğin kurucusudur. Ayrıca dünyanın ilk modern hemşirelik okulunu kurmuştur. Doğum günü her yıl Hemşireler Günü olarak kutlanmaktadır. Hatta hani doktorların Hipokrat yemini var ya, hemşirelerin de Nightingale yemini vardır. Ki olması da gerekiyor, çünkü hemşirelik bence en az doktorluk kadar kutsal ve önemli bir meslektir.
Florence ablamız savaşlarda pek çok yaralı askere yardım etmiş, bakmış ve iyileştirmiştir. İşte olay burada patlak veriyor. Savaş = asker = erkek.
Efendim şimdi gelelim Nightingale sendromuna. Olayın sorumlusu tamamiyle annelik duygusunu oluşturan hormonlar (başlıca östrojen işte). Kısacası biz kadınlardaki "Piç erkek tutkusu" aslında bir sendrommuş! Nasıl mı?
Piç erkek kızın hayatına "Kızım ben seni üzerim, ama bağlanamam, napiyiiiiim tabiatım böyle" diye dalar. Kendini sevdirir, bağlar, mesafesini korur. Bir Issız Adam'lık, yok efendime söyliyeyim Kaybedenler Kulübü'lük, severim ama bağlanmazlık, şu bar tuvaletleri az mı seksimi gördü be hey yavrum hey ama ben yanında çıplak yatıp sadece uyuyabileceğim kadar saf aşk arıyorum'luk, sesinle uyumak istiyorum ama sadece arkadaş olalım çünkü üzerim ben seni'lik, kız arkadaşım varken seninle konuşuyorum çünkü anlıyorsun sen beni'lik, dünya yıkılsa canını acıtmam ama aldatırım ve hayatını sikerim'lik, gece yarısı sarhoş olup aramacılık falan... Bir Teoman, bir Kaan Tangöze, bir Steven Tyler, bir Frank Sinatra, bir Johnny Depp... Benim kolumu kessen alkol akar falan filan. İşte bu tür piç erkekler... Neyse, sonuçta biz kızlar ne kadar kendi aramızda bu çocuklarla dalga geçsek de nedense bunlara her seferinde aşık oluyoruz, bir şekilde bağlanıyoruz. Ay bile bilmem kaç yıl sonra dünyanın uydusu olmaktan çıkacakken bizler içimiz parçalana parçalana bunlara sarmaya devam ediyoruz. YAHU KIZLAR HAKSIZ MIYIM?
İşte bunun nedeni nedir diye sorsalar pek çok erkek "Bu kadar özgür ruhlu ve bağlanmaz bir adam bir kızı seçiyor, kız da kendini önemli sanıyor, o yüzden" der. Fakat biz kızlar bu ilişkinin aslında ilişki olmadığını, üzüleceğimizi ya da özel olmadığımızı biliyoruz. Bizim böyle bir çekime karşı koyamamızın nedeni annelik hormonu.
Ne yaparsa yapsın annelik hormonuna söz geçiremeyen kız "Ben bu herifi adam ederim, hayatını toparlarım hatta kıçını bile toparlarım. Okulu mu uzatmış? Kısa sürede bitirtirim ben ona. Alkolü falan da azaltırım. Mis gibi yaparım bu çocuğu. Bunun için kendimi de paralarım. Eh, değer çünkü bu değişime." der. Şimdi daha önce işe yaramadıysa bunda da işe yarayacak zannetmek başlı başına mallık lakin napalım biz kızların da tabiatı böyle (!). Östrojen anam, tehlikeli hormon.
Hatta bunun bir kaç tik yukarısı da var: Hasta ya da ölüm döşeğindeki erkeklere ilgi duymak! Cidden!
Özetle : Düşmüş erkek görünce elinden geleni yapıp tüm benliğini ona dayıp kendini azize gibi gösterme isteğine bağlı psikolojik sendrom.
Bu özgür ruh bunca kız varken beni seçti = Demek ki azizeyim. İyi bir kalbim var.
Ölüm döşeğinde, beni seviyordu, sevdim. = Demek ki azizeyim. İyi bir kalbim var.
Fakat bu bilinçaltı kısmı. Gerçekte şöyle sanıyoruz:
Bu özgür ruh bunca kız varken beni seçti = İyi bir kalbim var ve ona deli gibi aşığım. Böbreğimi istese dalağımla beraber veririm.
Ölüm döşeğinde, beni seviyordu, sevdim. = İyi bir kalbim var ve ona deli gibi aşığım. Böbreğimi istese dalağımla beraber veririm.
Bir benzeri de romantik komedi filmlerinde gördüğümüz şu sahnedir:
Biri piç biri beyefendi iki erkek kız için kavga ederler. Piç erkek kızın kalbini kırmış, beyefendi erkekse kızın kırık kalbini onarıp 36 ay taksitle salon takımına girmiş olsun. Beyefendi erkek enteresan bir ilahi güçle piç erkeğin ağzını burnunu kırıp iki seksen yerde amele sümüğü gibi bıraksın. Kız arkada "Yapmayınnnn nolurrrrrr!" diye bağırsın. O piç erkek yere düşünce kız birden beyefendi erkeğe sarılıp üstüne piç erkeğin üzerine tükürmesi gerekirken, koşup yerde yatan piç erkeğe sarılıp beyefendi çocuğa 10 sn kadar kızgın kızgın baktıktan sonra kafasını piç erkeğe çevirip "Yaaa Canberkincan, iyi misin? Tamam geçti!" desin anaç bir sesle.
Bu olur anam, bu olur.
Neden olur? Nightingale sendromu yüzünden olur.
Buraya kadar olayın bilimsel yönünü mizah ile açıkladım. Buraya kadar yazdıklarım gerçekti. Şimdi bundan sonrası tamamen bilimsel gerçeklere dayanmayan benim teorim.
Benim teorim şu: Acı çekmenin aşk olarak empoze edilmesi.
Aklınıza gelen bütün aşk hikayelerini düşünün: Leyla ve Mecnun, Romeo ve Juliet, Selvi Boylum Al Yazmalım, Kürk Mantolu Madonna, hatta canlı bir örnek olması gerekirse Kafka ve Milana, Nazım ile Vera/Piraye (a.k.a. Nazım'ın Kadınları diyelim geçelim), Napolyon ve Josephine, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Frida ve Diego, Mark Antony ve Kleoptra, Voltaire ve Emillie du Chatelet... Bu liste daha uzar.
Hepsinin olayı ne? Kavuşamama! "Kavuşursan meşk olur, kavuşamazsan aşk olur."
Acı çekmenin, birini sevdiğimiz için üzülmenin aşk olduğuna inandırılmışız. Mutlu, sorunsuz, kavgasız ilişkiler hep biter, eşe dosta karşı bahanesi de "Kanka aşk bitti ya onunla aramızda..."
Acı çekilmeye, ağzımıza sıçılmasına alışmışız. İşte bu yüzden bence. Neyse, ne demiş Mecnun, Leyla'ya kavuşunca:
-Sen Leyla değilsin, Leyla benim içimde.
Yazıp çizen, çok konuşan, hafiften geek arkadaşınızın yeri. Rica ederim kuzum, kendini evinde gibi hisset! ✌🐱👓
Blog Arşivi
27 Aralık 2015 Pazar
16 Aralık 2015 Çarşamba
DEDEME ÖMÜR BİÇİLMESİN
Merhaba,
Normalde buraya sizi güldürecek, en azından tebessüm ettirecek yazılar yazarım. Fakat yüzümüz gülse de içimiz hep buruk olabiliyor, acı denen bir şey var sonuçta; ne kadar görmek istemesek de yüzümüze çarpıyor.
Sizlere basit, aptal, ergenik bunalımlarımdan bahsetmeyeceğim, öyle bir durumda değilim zaten. Bendeki daha çok mutlak korku. Ölümle burun buruna gelmenin korkusu.
Üstelik, görünen o ki, ölüme bu kadar yakın olan kişi ben değilim bile. Ama öyle bir şey ki ölüm, giderken sadece sevdiklerimizi değil bir parçanızı da götürüyor yanında.
Açıkçası şu yaşıma kadar ölümü hiç yakından tatmamıştım. Sevdiğim ve ölen akrabalarım ya ben çok küçükken öldüler, ya da pek fazla anımın bulunmadığı kimselerdi. Gerçekten ölüm denen şeyin ne derece ansızın geldiğini bu yaz fark ettim. Bunu şimdiye kadar iki olayda yaşadım.
İlki bir akrabamız olan Gülenay Teyze'ydi. Onu çok geç tanıdım, İsveç'te yaşıyordu. Ama harika bir kadındı. Çok zarif, çok kibar ve çok güçlüydü. O gerçekten şahane bir kadındı. Onun gücüne ve yaşadıklarına karşı yılmamasına hayrandım. Hâlâ da hayranım.
Tabii kendisi bizden çok uzakta olduğu için twitter'dan falan iletişim kuruyorduk. Ne zaman online olsa tweet'lerimi fav'lardı. Normalda hani kızarsınız ya akrabaların böyle şeyler yapmasına, ben hiç kızmazdım. Çünkü söylediğim bir şeyin onun komiğine gitmesi hoşuma gidiyordu. Bir gün çok uzun süre ondan hiç etkileşim almadım. Sonra bir gün yine arka arkaya bir etkileşim patlaması yaşadık.
"Gülenay Teyze, hoş geldin seni çok özlemişim! Seni çok seviyorum!" dedim ona.
"Ben de seni çook seviyorum canım." dedi.
Gülenay teyzem 3-4 hafta sonra, hiçbir uçağın beni onun yanına götüremeyeceği bir uzağa gitti... Asla ama asla sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söylemek için beklemeyin. Birisine onu sevdiğinizi söylemek için en uygun zaman, her zamandır.
İkincisi...Dershanede çok sevdiğim bir hocam vardı, Gökhan Hoca'm. Kendisini on birinci sınıfta tanımıştım. Bana sıfırdan geometri kurmakla kalmadı, bir abi gibi, hatta bir baba gibi davrandı. Özellikle on ikinci sınıftayken daha da yakından tanıdım onu. Daha doğrusu yakından tanıdık, ben ve arkadaşlarım. Kendisi harika bir adamdı, gönül işlerinden yemeklere, hayvanlara, her şeye kadar konuştuğumuz, iri mavi gözlerini konuşurken koca koca açan, gülerken ise kısan şahane biriydi.
Geçen kış İstanbul'daki babası kalp krizi geçirmişti. Artık ailesinin yanına dönmek istiyordu. Yazın son dersimizde "Ben artık gidiyorum gençler" dedi. "Babamın ne kadar vakti var bilinmez.". Kendisiyle aramızda özel bir bağ olduğunu söylemiştim. "Üvey baban nasıl seviyor musun onu?" diye sordu aynı gün. "Gökhan Amca mı? O harika bir adamdır, onu çok seviyorum." dedim. "Aaa onunda mı adı Gökhan, iyi bak bir Gökhan gidiyor bir Gökhan geliyor seni korumaya..." dedi. Güldü.
Hocam gitti. Ama ne yazık ki İstanbul'a değil. Uzağa. O günden beri size yemin ederim ki her gün hocamı düşünüyorum. İstisnasız her gün. Bazen telefonuma bakıp numarasına bakıyorum. Öyle boş boş telefon ekranındaki numara bakıyorum, fakat kafamda hep "Şimdi arasam ve her şeyin kötü bir şaka olduğunu söylese" diyorum. Hocamı çok özlüyorum.
Ne yalan söyleyebilirim, sevdiğimiz insanların ölmesini kabul edemiyoruz. Onları tamamen kaybetmek istemiyoruz, bu tür zamanlarda cennet fikri oldukça cazip geliyor. Hocam yukarıda ve yine bütün öğrencilerinin arkasını kollamaya devam ediyor. Gülenay Teyzem tüm gücü ve asaletiyle hâlâ kızlarını korumaya devam ediyor. Belki de arada bana da bakıyordur?
Beni bilen bilir. Hayatta beni deli sarsacak ölümler listemde ilk ikiyi kedime ve dedeme vermiştim. Dedeme ömür biçilmesin.
Dedem... İmzasını bileğime döğdürdüğüm adam. Bu dövmeyi yaptırdım çünkü dedem hep yanımda kalsın istiyorum. Asla ama asla gitmesin. Ben mezun olurken, ilk cübbemi giyerken, ilk davama çıkarken, eğer bir gün evlenirsem o zaman da yanımda olsun istiyorum. Hayatımın her anında, her dönüm noktasında yanımda olsun.
Peki neden imza? Neden bilek?
Küçükken anneannem kanserdi. Benim altı yaşıma kadar çoğu günüm anneannemlerde geçti. Çocuktum ve haliyle çok sıkılıyordum. Dedemle gezerdik, pazara giderdik. Bana oyuncaklar alırdı. İlk topuklu ayakkabımı (oyuncak, plastik topuklu terliklerdi.) dedem almıştı. İlk ve tek Spiderman oyuncağımı da dedem almıştı. Aslında baya kalitesiz bir oyuncaktı, pazardan almıştık. Spiderman hayvan gibi bir kas yumağıydı ve maskesinin yüz kısmı açıktı. Üstelik yüzü hiçbir şekilde Peter Parker'a benzemiyordu. Hiçbir evrende, hiçbir versiyonuna. Neyse, dandik Spiderman'imin kolu bir süre sonra bozuldu. Kötürüm Spiderman'imi tamir etmek isteyen babam onu öldürdü. Zaten hep böyle olmuştur. Babam her şeyi daha beter hale getirir.
Dedemle resim çizmek, zaman geçirmek, mitoloji ansiklopedisi okumak falan derken zaman geçti. Dedemin elinde büyüdüm. Kağıt hamurundan heykel hayvanların, kitapların ve sonsuz sevginin içinde.
Annemle babam ayrıldıktan sonra da maddi desteğini üzerimden çekmedi. Hatta ablam duyunca kızacak belki ama (Çünkü o ilk torun...) benim için "Torunlarımın en akıllısı" tabirini kullandı. Başka herkes beni işe yaramaz bir salak gibi görebilir, çünkü ben hayatımın adamı dediğim böyle muhteşem bir insan tarafından övüldüm.
Ellerim dedeme benzer. Resim öğretmeni dedemden de bir miktar yetenek almışım. Şans. Bir keresinde ellerimi tutup "Bu eller, bir sanatçı elleri. İnce uzun parmaklar, orta parmaktaki minik bombe. Böyle eller değiştirmiştir dünyayı..." demişti.
Benim ellerim değiştirir mi dünyayı? Sanmam. Ama dedemin ellerindeki şevkat bir koca ailenin hayatını değiştirdi.
İşte dedemin eseri olduğum için, bir tablonun alt köşesine imza atar ya ressamlar, ben de kendi alt köşeme bir imza attırdım. Asla pişman olmayacağım, her zaman onurla taşıyacağım bir imzaydı. Dövmeyi gösterdiğim gün dedemin gözünde mutluluk ve gurur vardı. Zaten biz torunları iyi de yapsak kötü de, dedem hep bizimle gurur duyar.
Dedemde birkaç kere kanser çıkmıştı. Bağırsağından iki kere ameliyat olarak tümörleri aldırmıştı. Fakat bir ay önce aldığım bir haberle dünyam yıkıldı. Dedemin iki akciğeri, karaciğeri, midesi ve bağırsağında tümörler vardı. Mide, karaciğer ve akciğerdekiler ise kötü durumda... Doktorlar dedemin son bir yılı olduğunu söylediler bize.
Dedem hastalık hastasıdır, durumun ciddiyetini tam açıklamadık. Yakında kemoterapiye başlayacak. Kemoterapi sonucu iyileşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu söyledik. Seksen beş yaşındaki dedem bunu bilmiyor. Ama koca çınarım elbette bazı şeyleri anlıyor. Yüzüne karşı gülüp evin arka odalarında ağlasam da ona bir şey çaktırmıyorum. Sessiz sessiz ağlamayı çok önceden daha beter deneyimlerle anlamış biriyim - Ve sizi temin ederim ki bu deneyimler aptal aşk acısı falan değildi. -
Kendimi hep bir gün dedemin başına bir şey gelmesine alıştırdığımı sanardım ama insan böyle bir şeye alışamazmış. Hazırlayamazmış kendini.
Dedemi çok seviyorum ve şimdi her anımı onunla geçirmeye çalışıyorum. Okulu, arkadaşlarımı anlatıyor, onunla fotoğraflar çekiliyorum. Onu kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Kitaplığından kitap aşırıyorum. (Kuran'ın yanında Stephan Hawking kitapları olan, Dan Brown fanı, kitaplığında Mario Puzo'nun Baba'sını bile bulabileceğiniz biridir.) Bunlar hep yaptığım şeyler zaten, göze batmıyor.
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
En büyük korkularımdan biri de dedemi kaybettiğim gün, benim için böyle korkunç bir günde yanımda olacağını söyleyen hiçbir arkadaşımın yanımda olmaması olur. Çıldırıyorken, içim parçalanırken, nefes alamazken yanımda hiçbir dostum olmazsa, sanırım bir daha yanımda görmek de istemem.
Son olarak, buraya bu yazımın özü olan bir şarkı sözünü paylaşmak istiyorum efendim, yoksa toparlayamayacağım.
"Durup düşünmeye zamanın olur mu ? Yitirmeden anlamaz insan Sevdiklerin yolun sonunda Sarıl her fırsatında o insana Arkasından ağlayan olma Geri getirmez çok ağlasan da ..."
Bu da link: https://www.youtube.com/watch?v=aObdAXq1ZIo
Normalde buraya sizi güldürecek, en azından tebessüm ettirecek yazılar yazarım. Fakat yüzümüz gülse de içimiz hep buruk olabiliyor, acı denen bir şey var sonuçta; ne kadar görmek istemesek de yüzümüze çarpıyor.
Sizlere basit, aptal, ergenik bunalımlarımdan bahsetmeyeceğim, öyle bir durumda değilim zaten. Bendeki daha çok mutlak korku. Ölümle burun buruna gelmenin korkusu.
Üstelik, görünen o ki, ölüme bu kadar yakın olan kişi ben değilim bile. Ama öyle bir şey ki ölüm, giderken sadece sevdiklerimizi değil bir parçanızı da götürüyor yanında.
Açıkçası şu yaşıma kadar ölümü hiç yakından tatmamıştım. Sevdiğim ve ölen akrabalarım ya ben çok küçükken öldüler, ya da pek fazla anımın bulunmadığı kimselerdi. Gerçekten ölüm denen şeyin ne derece ansızın geldiğini bu yaz fark ettim. Bunu şimdiye kadar iki olayda yaşadım.
İlki bir akrabamız olan Gülenay Teyze'ydi. Onu çok geç tanıdım, İsveç'te yaşıyordu. Ama harika bir kadındı. Çok zarif, çok kibar ve çok güçlüydü. O gerçekten şahane bir kadındı. Onun gücüne ve yaşadıklarına karşı yılmamasına hayrandım. Hâlâ da hayranım.
Tabii kendisi bizden çok uzakta olduğu için twitter'dan falan iletişim kuruyorduk. Ne zaman online olsa tweet'lerimi fav'lardı. Normalda hani kızarsınız ya akrabaların böyle şeyler yapmasına, ben hiç kızmazdım. Çünkü söylediğim bir şeyin onun komiğine gitmesi hoşuma gidiyordu. Bir gün çok uzun süre ondan hiç etkileşim almadım. Sonra bir gün yine arka arkaya bir etkileşim patlaması yaşadık.
"Gülenay Teyze, hoş geldin seni çok özlemişim! Seni çok seviyorum!" dedim ona.
"Ben de seni çook seviyorum canım." dedi.
Gülenay teyzem 3-4 hafta sonra, hiçbir uçağın beni onun yanına götüremeyeceği bir uzağa gitti... Asla ama asla sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söylemek için beklemeyin. Birisine onu sevdiğinizi söylemek için en uygun zaman, her zamandır.
İkincisi...Dershanede çok sevdiğim bir hocam vardı, Gökhan Hoca'm. Kendisini on birinci sınıfta tanımıştım. Bana sıfırdan geometri kurmakla kalmadı, bir abi gibi, hatta bir baba gibi davrandı. Özellikle on ikinci sınıftayken daha da yakından tanıdım onu. Daha doğrusu yakından tanıdık, ben ve arkadaşlarım. Kendisi harika bir adamdı, gönül işlerinden yemeklere, hayvanlara, her şeye kadar konuştuğumuz, iri mavi gözlerini konuşurken koca koca açan, gülerken ise kısan şahane biriydi.
Geçen kış İstanbul'daki babası kalp krizi geçirmişti. Artık ailesinin yanına dönmek istiyordu. Yazın son dersimizde "Ben artık gidiyorum gençler" dedi. "Babamın ne kadar vakti var bilinmez.". Kendisiyle aramızda özel bir bağ olduğunu söylemiştim. "Üvey baban nasıl seviyor musun onu?" diye sordu aynı gün. "Gökhan Amca mı? O harika bir adamdır, onu çok seviyorum." dedim. "Aaa onunda mı adı Gökhan, iyi bak bir Gökhan gidiyor bir Gökhan geliyor seni korumaya..." dedi. Güldü.
Hocam gitti. Ama ne yazık ki İstanbul'a değil. Uzağa. O günden beri size yemin ederim ki her gün hocamı düşünüyorum. İstisnasız her gün. Bazen telefonuma bakıp numarasına bakıyorum. Öyle boş boş telefon ekranındaki numara bakıyorum, fakat kafamda hep "Şimdi arasam ve her şeyin kötü bir şaka olduğunu söylese" diyorum. Hocamı çok özlüyorum.
Ne yalan söyleyebilirim, sevdiğimiz insanların ölmesini kabul edemiyoruz. Onları tamamen kaybetmek istemiyoruz, bu tür zamanlarda cennet fikri oldukça cazip geliyor. Hocam yukarıda ve yine bütün öğrencilerinin arkasını kollamaya devam ediyor. Gülenay Teyzem tüm gücü ve asaletiyle hâlâ kızlarını korumaya devam ediyor. Belki de arada bana da bakıyordur?
Beni bilen bilir. Hayatta beni deli sarsacak ölümler listemde ilk ikiyi kedime ve dedeme vermiştim. Dedeme ömür biçilmesin.
Dedem... İmzasını bileğime döğdürdüğüm adam. Bu dövmeyi yaptırdım çünkü dedem hep yanımda kalsın istiyorum. Asla ama asla gitmesin. Ben mezun olurken, ilk cübbemi giyerken, ilk davama çıkarken, eğer bir gün evlenirsem o zaman da yanımda olsun istiyorum. Hayatımın her anında, her dönüm noktasında yanımda olsun.
Peki neden imza? Neden bilek?
Küçükken anneannem kanserdi. Benim altı yaşıma kadar çoğu günüm anneannemlerde geçti. Çocuktum ve haliyle çok sıkılıyordum. Dedemle gezerdik, pazara giderdik. Bana oyuncaklar alırdı. İlk topuklu ayakkabımı (oyuncak, plastik topuklu terliklerdi.) dedem almıştı. İlk ve tek Spiderman oyuncağımı da dedem almıştı. Aslında baya kalitesiz bir oyuncaktı, pazardan almıştık. Spiderman hayvan gibi bir kas yumağıydı ve maskesinin yüz kısmı açıktı. Üstelik yüzü hiçbir şekilde Peter Parker'a benzemiyordu. Hiçbir evrende, hiçbir versiyonuna. Neyse, dandik Spiderman'imin kolu bir süre sonra bozuldu. Kötürüm Spiderman'imi tamir etmek isteyen babam onu öldürdü. Zaten hep böyle olmuştur. Babam her şeyi daha beter hale getirir.
Dedemle resim çizmek, zaman geçirmek, mitoloji ansiklopedisi okumak falan derken zaman geçti. Dedemin elinde büyüdüm. Kağıt hamurundan heykel hayvanların, kitapların ve sonsuz sevginin içinde.
Annemle babam ayrıldıktan sonra da maddi desteğini üzerimden çekmedi. Hatta ablam duyunca kızacak belki ama (Çünkü o ilk torun...) benim için "Torunlarımın en akıllısı" tabirini kullandı. Başka herkes beni işe yaramaz bir salak gibi görebilir, çünkü ben hayatımın adamı dediğim böyle muhteşem bir insan tarafından övüldüm.
Ellerim dedeme benzer. Resim öğretmeni dedemden de bir miktar yetenek almışım. Şans. Bir keresinde ellerimi tutup "Bu eller, bir sanatçı elleri. İnce uzun parmaklar, orta parmaktaki minik bombe. Böyle eller değiştirmiştir dünyayı..." demişti.
Benim ellerim değiştirir mi dünyayı? Sanmam. Ama dedemin ellerindeki şevkat bir koca ailenin hayatını değiştirdi.
İşte dedemin eseri olduğum için, bir tablonun alt köşesine imza atar ya ressamlar, ben de kendi alt köşeme bir imza attırdım. Asla pişman olmayacağım, her zaman onurla taşıyacağım bir imzaydı. Dövmeyi gösterdiğim gün dedemin gözünde mutluluk ve gurur vardı. Zaten biz torunları iyi de yapsak kötü de, dedem hep bizimle gurur duyar.
Dedemde birkaç kere kanser çıkmıştı. Bağırsağından iki kere ameliyat olarak tümörleri aldırmıştı. Fakat bir ay önce aldığım bir haberle dünyam yıkıldı. Dedemin iki akciğeri, karaciğeri, midesi ve bağırsağında tümörler vardı. Mide, karaciğer ve akciğerdekiler ise kötü durumda... Doktorlar dedemin son bir yılı olduğunu söylediler bize.
Dedem hastalık hastasıdır, durumun ciddiyetini tam açıklamadık. Yakında kemoterapiye başlayacak. Kemoterapi sonucu iyileşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu söyledik. Seksen beş yaşındaki dedem bunu bilmiyor. Ama koca çınarım elbette bazı şeyleri anlıyor. Yüzüne karşı gülüp evin arka odalarında ağlasam da ona bir şey çaktırmıyorum. Sessiz sessiz ağlamayı çok önceden daha beter deneyimlerle anlamış biriyim - Ve sizi temin ederim ki bu deneyimler aptal aşk acısı falan değildi. -
Kendimi hep bir gün dedemin başına bir şey gelmesine alıştırdığımı sanardım ama insan böyle bir şeye alışamazmış. Hazırlayamazmış kendini.
Dedemi çok seviyorum ve şimdi her anımı onunla geçirmeye çalışıyorum. Okulu, arkadaşlarımı anlatıyor, onunla fotoğraflar çekiliyorum. Onu kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Kitaplığından kitap aşırıyorum. (Kuran'ın yanında Stephan Hawking kitapları olan, Dan Brown fanı, kitaplığında Mario Puzo'nun Baba'sını bile bulabileceğiniz biridir.) Bunlar hep yaptığım şeyler zaten, göze batmıyor.
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
Dedeme ömür biçilmesin...
En büyük korkularımdan biri de dedemi kaybettiğim gün, benim için böyle korkunç bir günde yanımda olacağını söyleyen hiçbir arkadaşımın yanımda olmaması olur. Çıldırıyorken, içim parçalanırken, nefes alamazken yanımda hiçbir dostum olmazsa, sanırım bir daha yanımda görmek de istemem.
Son olarak, buraya bu yazımın özü olan bir şarkı sözünü paylaşmak istiyorum efendim, yoksa toparlayamayacağım.
"Durup düşünmeye zamanın olur mu ? Yitirmeden anlamaz insan Sevdiklerin yolun sonunda Sarıl her fırsatında o insana Arkasından ağlayan olma Geri getirmez çok ağlasan da ..."
Bu da link: https://www.youtube.com/watch?v=aObdAXq1ZIo
11 Aralık 2015 Cuma
STAR WARS'TAN NASIL NEFRET ETTİM
Biliyorsunuz ki Star Wars'ın yeni filmi geliyor. Eh kendisi artık eskisiyle yenisiyle kült ötesi kült bir film olduğu için insanların bu derece heyecanlı olmasını da normal karşılıyorum. Önemli bir seri, buna laf edemem. Ya da filmlere veya konuya gömemem.Sümme hâşa!
Neyse durum böyle olunca bütün arkadaşlarım bir anda bana "Kanka Star Wars geliyor kankaaa! Beraber gidelim!" diye mesaj atmaya başladı. "Canım ben izlemedim ya onu :)" dediğim zaman da aldığım tek bir klasik cevap gördüm:
"Kanka oysa ben sen izlemişsin sanıyordum :DD"
Neden? Çünkü dünya üzerinde geek ya da az biraz geek insanların %95'i ya Star Wars ya da Star Trek fanıdır. Hatta combo yapıp ikisi birden olan da mevcuttur. Bu sefer şu başlıyor, "Kanka bir haftada bütün filmleri izleyebilir misin :D"
-Canım ya ben sevmiyorum öyle uzaylı muzaylı şeyler...
-Ya kanka Star Wars sevilmez mi?
...
Arkadaşlar öncelikle şunu belirtmek isterim ki, ben eskiden böyle biri değildim. Hatta bakın TRT bir kere şu klasik eski seriyi televizyonda yayınlıyordu. Oturup izlerken annem geldi ve onuncu dakikada "Bu ne ya salak salak şeyler niye böyle şeyler izliyorsun sen?" deyip kanalı değiştirdi. (Yaş 14 benim o zaman. ) Peki neden, nasıl böyle oldum?
Şimdi efendim, burayı Pucca misali eski sevgili gömme mekanına döndürmeyeceğimi sanırım en az üç milyon kez söylemişimdir. Zaten burası benim rahatla yerim, bir çeşit serseri serbest stil. Lakin bu hikaye için mecburum, affedin.
Efendim, ben sevgili edinme işlerine lisede başladım. Çünkü öncesinde amansız bir hırboydum, emoydum, 90'ların sonundaki Nu Metal kliplerinde sınıfın bir köşesine çekilip resim çizen sorunlu ergendim. Üstüne üstlük şu anki halimdan bir elli kat daha çirkindim. Valla bilen bilir, bilmeyene de itiraf ediyorum şu maNga grubunun emo elektro gitaristine de feci derecede vurgundum. Herifin telefonumda 2 bine yakın fotoğrafı vardı, klasörün adı da "Askım <3"dı yani... Hatta bir gün arkadaşımın yanında galeride dolaşıyorum, kankim bu galeriyi gördü "Oooo kanka aşkın kim?" dedi. Ben de tabii ki "Kanka yok yeaaa Yamyam oo... (Adamın takma adı Yamyam'dı. Hani 30 yaşında ama o da ergen. O yüzden birbirimize kesinlikle çok uyuyorduk ehueheuehe).
Ve kankim yüreğime zehirli hançer misali saplanan o cümleyi kurdu:
- Kanka zaten şaşırmadım başka türlü olması senin için mümkün değil. (Kanka eğer bunu okuyorsan babanın şarap çanağına sıçayım, ben o gün her 13-14 yaşındaki ergen gibi evde ağladım... DRAM.)
Neyse, ben de kendime life goal belirledim sayın okur. Life goal'im şuydu: Lisede bir sevgili edinmek.
Neyse gel zaman git zaman, bir çocukla tanıştım. Şahsın ismini burada vermeyeceğim, bilen arkadaşlarım zaten bilir. O yüzden kendisine Q diyelim. Q, daha önce bir arkadaşımın sırf sevgililer gününde yalnız kalmamak için danışıklı olarak 1 gün çıktığı ve 15 Şubat günü de anlaşmalı olarak ayrıldığı bir çocuktu. Benden sonra da arkadaş grubumuzdaki bir başka kızla çıktı çocuk. Grup zaten üç kişilikti. Yaşımız da o zaman 14-15. Küçüğüz yani ve böyle salaklıklar yapmaya hepimiz çok müsaidiz. Neyse özetle biz bildiğin sigara döner gibi döndük çocuğu aramızda.
Ben tabii ilk bir "Ya bir gün de olsa bu çocuk benim kankimin eski sevgilisi olur mu böyle bir şey ya" diye ilk zamanlar kahroluyordum, ama bir yandan da çocuktan ciddi hoşlanmaya başladım. Neyse kankim "Kanka benim için problem değil çünkü bizimki sevgililik ya da flört değil." diyerek içime su serpince ben tabiri caizse alayına koştum.
Neyse, çocuk ağır sosyalistti arkadaşlar.Zaten anası da Rus asıllı mı Rusya'da mı büyümüştü neydi. Tabii şimdi -özellikle İzmir gibi bir yerde- her önüne gelen 5-6 kişi "yaşasın sosyalizm, yaşasın komünizm" diye dolandığından şaşırılacak bir şey değil ama kendisi babamdan sonra gördüğüm "canlı olan -nefes alan" tek sosyalistti. İlk zaten muhabbet o zaman başladı. Tabii benim o zaman ciddi anlamda siyasi bilgim sıfır yani hani şu anki %30'sa o zaman bildiğim %3 ve onu da orta okulda öğrendiğim İnkılap Tarihi dersi oluşturuyor. O yüzden kendisi o konuda bana çok şey kattı, sağ olsun.
Ayrıca kendisiyle her konuyu konuşabiliyorduk: Din, çizgi romanlar, rock & metal müzik, sevdiğimiz diziler ve filmler...
Konu sevdiğimiz filmlere gelince "Hiç Star Wars izledin mi?" diye sordu. Ben de izlemek istediğimi ama bir türlü izleyemediğimi ve gerçekten merak ettiğimi söyledim. Ki o zamanlar cidden böyleydi. Fakat üzerinden geçen 5-6 yılın etkisiyle onun izleyip izlemediğini hatırlamıyorum. Fakat bu muhabbet ilk zamanki konuşmalarımızdı. Yani il 1-2 hafta içinde geçiyor bu konuşma.
Neyse gel zaman git zaman biz bu çocukla yaklaşık 1 ay - 1.5 ay konuştuk. Bu arada her partili sosyalist gibi kendisi belirli aralıklarla ülkücülerden dayak yiyor, onlarla atışıp duruyordu. Tabii o zamanlar ikimizde çocuğuz, abi olayı nasıl dramatize ediyoruz. Herif alt tarafı gözüne yumruk yemiş ama bana "Beni kesin ileride asarlar, buna rağmen beni sever misin?" falan diyor, ben da ayrı ağlıyorum ve üzülüyorum "Fikirler kurşun geçirmez!" tarzı falan cevaplar veriyorum. Ya ikimizde 15 yaşındayız ve süzme salak ergenleriz yani, onun değil ama bir de benim ilk aşkım gibi bir şey hani baya salağım bütün bunların üstüne. Neyse tüm bu romantizmin ve 1-1.5 aylık sürenin sonunda biz çıkmaya başladık.
5 GÜN ÇIKTIK. BEŞ. BEŞ. FIVE. FÜNF. "Ruslar devrim yaptı da ne oldu baksana sonra onlar da değiştirdiler" denilen Bolşevik Devrimi bile daha uzun sürdü aq.
Neyse sonra o barışmak istedi, ama ben de köpek çektim. Çünkü o ara bir "Ulan ben bu çocuğu sevmiyorum ki sadece biriyle sevgili olmak falan nasıl bir şey merak ediyordum." aydınlanması geldi.
Fakat bu sefer de hani insan özlüyor. Çünkü hayatında ilk defa böyle bir şey yaşıyorsun, daha önce de hiç yaşamamışsın. Hani ister istemez özel bir yönü oluyor. Ayrılmamızdan bir ay kadar sonra bu durum benim içime daha yeni çöktü. Normal bir ergenin sevdiğinden ayrıldıktan sonra girip bir ayın sonunda tamamen çıktığı psikolojiye ben geç kalarak tam bir ay sonra girdim. Geç kaldım lan bildiğin, yetişemedim. O zaman da işte sömestr geldi, ablam o zaman Balıkesir'de yüksek lisans yapıyor. Onun yanına gittim. Sabahları o işteyken önce sömestr ödevim olan matematik testlerimi çözüyor, sonra atarlı giderli, kalbi kırık kız şarkılarından listeler yapıp, dolaptaki rakıdan yarım duble içerek (evet, ne yazık ki gerçek...) triplere giriyor, sonra bardağı yıkayarak yerine geri koyuyordum. Hatta günde 1000'e yakın tweet attığım, twitterdan uyarı yediğim ve tweet sayımın 50 bine dayandığı zamanlardı. Ve bu tweetlerin içeriği ise "rakı masası"ydı. ÇOK AĞIR BİR ERGENLİK GEÇİRDİM. ÇOK UTANIYORUM.
İşte sonunda Star Wars kısmına geldik... Bir gün gene böyle dertliyim ve keşke mesaj atsa diye düşünüyorum. Ama çok ciddi yani facebook ekranına odaklanmışım ve mesaj bekliyorum. Ve birden bir mesaj geldi. CİDDEN LAN.
-Star Wars sever misin?
ALLAAHHHHU AKBAR! Ben nasıl mutluyum, heyecandan elim ayağım titriyor. Hani şey falan bekliyorum böyle "Gel beraber izleyelim, sarılarak <3<3<3" gibi bir şey bekliyorum. Sonra birden dank etti. Ulan biz bunu konuşmuştuk...
-Star Wars sever misin?
+Bunu daha önce konuşmadık mı?
-Sfghjkhjlşiçfgvhbjnkl
"SEN KİM KÖPEK BANA RANDOM ATARSIN ALLAAAAHHHH" diye dalacaktım ki yine mesaj gelmişti:
-Bacım kusura bakma
-Bizler ülkücüleriz
-Bu oç bizlerle sürekli dalaşıp duruyor biz de onu paketleyip eve gönderiyoruz dfghjklşömnbv
+ Gözünü morartanlar da sizler miydiniz?
-fghjklşcvbn evet
-Şimdi de face'ini hackledik herkese salak saçma şeyler yazıyoruz, küfür ediyoruz
-Bacım bir şey sorcazz
-Sen bu gavatın eski sevgilisi falan mısın?
+ Sizi ilgilendirdiğini pek sanmıyorum
- Pardon haklısın
- Ama iyi bir kıza benziyorsun, bak bizden söylemesi bu oç tam bir şerefsizdir, uzak dur bundan harcar seni
-Eğer sana bir şey yaparsa haber eyle gebertelim bu iti
-Hadi kal sağlıcakla
Size yemin ediyorum elim ayağım titredi. Hayatımda yaşayıp yaşayabileceğim en garip konuşmaydı. Üstelik sayın ülkücü kişi insan bir numara, bir şey bırakır ben sana nasıl ulaşacağım bu çocuğu dövdürmek için? Bu konuda hiç bilgi vermedin, çok kırıldım. Neyse bir ülkücünün de dediği gibi : fdghjklşixdfcvgb
Tabii ben de durur muyum, eski sevgiliye gururdan mesaj atamazken bundan iyi fırsat olur mu? Hem yardım ederek onu kendine borçlu bırakıyorsun, hem de iyilik meleği gibi bir şey oluyorsun. Hemen çocuğa "Ayrıldıktan sonra konuşmama kararı aldığımızı biliyorum" ile başlayıp (ki 5 günlük bir şey için neden böyle atarlı bir karar aldıysak diyeceğim de o kararı ben kendim almıştım, çocuğun haberi yok bundan.) "Ülkücüler hesabını hacklemiş, bir bak istersen." ile biten iki mesaj attım. Mesajlara dönmeyince aradım. Bu arada kanıt olsun diye ülkücülerle muhabbetimin ss'ini aldım falan. Hatta o zaman ss almayı bilmiyordum direk elimle matematik kitabımın arkasına yazdım aq.
Neyse sonra bu döndü "Ya çok teşekkür ederim o kadar mesaj atıp üstüne bi de aramışsın, hallettim şimdi ama hiç para yazmasından korkmadın mı?" diye. Tabii o zaman whatsapp yok "Yok bende sms bedava" dedim.
OLM ÇOCUK RUSYA'DA AKRABALARININ YANINDAYMIŞ AQ... BANA GİRDİ. BİLDİĞİN GİRDİ YANİ.
ÜSTELİK YÜRÜMELERİME RAĞMEN ÇOCUK HİÇ GERİ DÖNÜŞ DE YAPMADI, YENİDEN ARAMIZDA BİR ŞEY OLMADI.
MADDİ MANEVİ BİR İNSAN NASIL SIFIR OLABİLİRDİ... İŞTE BÖYLE.
Bundan daha korkuncu neydi biliyor musunuz, bir kaç hafta sonra facebook profilinde Star Wars hakkında bir şey paylaşmış olmasıydı.
Sevgili Q, eğer bunu okuyorsan PARAMI VER LAN. Çünkü size yemin ederim ki, bakın çok ciddiyim, bu olaydan sonra ne zaman Star Wars dense aklıma bu olay geliyor. Q'nun yüzü ışın kılıçları içinden çıkıyor ve elini uzatarak "Join the socialist side, we have KERİZ PARASI" diyor... Bundan sonra olası bir Star Wars filmi izlemem ekrana karşı küfür etme, cebir, tehdit, hakaret ve "puuuuhhh senin kalıbına sıçayım" diye tükürmek içeriyor. Gerçekten.
Etiketler:
anakin,
darth vader,
obi van konobi,
poe,
rey,
star wars
26 Kasım 2015 Perşembe
ÇILGIN ŞAPKACI (MAD HATTER )
Merhabalar, merhabalar!
Benim
blog işi iyice cıvıtıp Bilim Çocuk Her Hafta Bir Yeni Bilgi tarzı bir şeye
dönüşecekmiş gibi duruyor ama dur bakalım, öyle olacağını sanmıyorum. O kadar
kültürlü biri değilim. Ama buraya bildiğim ya da öğrendiğim enteresan şeyleri
yazmak hoşuma gidiyor doğrusu.
Neyse,
yavaştan bir giriş yapalım. Aranızda çoğu kişinin Alice Harikalar Diyarında’yı
okuduğunu, en azından eski ya da yeni filmlerinden birini izlediğinizi
düşünüyorum. İşte bu kitapta belki de en değişik, en sevilesi karakter Çılgın
Şapkacı’dır. (Ki biliyorsunuz, Tim Burton’ın serisinde kendisine Johnny Depp
sevgilim, aşkım, bir tanem hayat verdi. Yerim onu.) Kitaptaki her karakter
kadar deli, değişik, bolca bir “saykodelik “ olan, durmadan bir çay partisi
düzenleyip buna ev sahipliği yapan bir amcamızdır kendisi. Hatta deliliği adı
olmuş bu karakterimiz için ecnebilerin “mad as a hatter” (“şapkacı kadar deli”,
özellikle çeviriyorum çünkü yazının ilerisinde Türkçe kullanacağım.) diye
değimi de varmış.
Fakat
bu değim buradan mı geliyor? O konuda çok emin değilim açıkçası. Burada hemen
zaman makinemizi 19. yüzyıla çevirmekte fayda var:
19.
yüzyılda İngiltere’de şapka fabrikasında çalışan işçilerde garip hareketler
gözlemlenmeye başlanıyor. İşçiler halüsinasyonlar görmeye, kendi kendilerine
konuşmaya, sinir krizleri geçirmeye, var olmayan sesler duymaya, ciltlerinde
bir dokunma ve uyuşukluk hissi hissetmeye (hatta ciltte kanamalar da görülüyor)
, görme ve duyma problemleri yaşamaya, hafızalarını ve kontrollerini
kaybetmeye, dişleri dökülmeye, titremeye, kilo kaybetmeye başlıyorlar. Ülkedeki
şapkacıların büyük bir çoğunluğunda bu durumun gözlenmesi bir süre sonra
insanların dikkatini çekiyor. Kimse bir anlam veremiyor bir anda “tüm
şapkacıların delirmesine”. Üstelik bu durum sadece İngiltere ile sınırlı
kalmıyor, Rusya ve Amerika’da da görünmeye başlıyor.
En
sonunda yapılan araştırmalar sonucu bütün bunların nedeni anlaşılıyor. Cıva
zehirlenmesi!
Şimdi
diyeceksiniz ki, neredeyse tüm dünyadaki bütün şapkacılar nasıl cıva
zehirlenmesi yaşayabilir? Çok basit, çünkü o dönemde cıva hayvan kürklerini
çıkarmada ve işlemede kullanılıyor. Fakat dönemin sanayi şartlarını düşünürsek,
havalandırma problemleri nedeniyle işçiler sürekli cıvayı solumak zorunda
kalıyorlar.
Günümüzde
bu durumun şu güzel havalı adı kullanılmıyor, onun yerine direk “cıva
zehirlenmesi” deyip geçiyorlar. Peh!
Şimdi
diyeceksiniz ki sayın Bayan Morlu Siyah, iyi hoş da Lewis Carrol’un eserindeki
çılgın şapkacı hiç de bu belirtileri göstermiyor? Adamın yaptığı tek şey oturup
çay içmek? Hayırdır?
Ben de
sizlere cevaben diyeceğim ki: Tatlişkolarım, saygıdeğer Lewis Carrol’un doğduğu
ve büyüdüğü kasabanın bir numaralı geçim kaynağı, kasabadaki şapka
fabrikasıydı! Yani belli bir yaşa kadar Carrol’ın gördüğü delilerin en az %95’i
şapkacıydı.
Cıvanın
yeryüzündeki radyoaktif olmayan en zehirli maden olduğuna değinmeme bilmem gerek
var mı, fakat yine de evde kendi imkanlarınızla bir şapkacı kadar deli olmak
isterseniz yapacaklarınız çok basit:
- Öncelikle kötü bir dişçide iğrenç ve hatalı bir cıva
dolgusu yaptırmakla başlayın.
- Bol bol tarım ilacı almış şeyler tüketin. Hatta gözünüzü
korkak alıştırmayın, evde tarım ilacı ile yaşayın.
- Sadece tarım ilacı olmaz, lütfen bol bol suni gübreye de
maruz kalmaya çalışın. Evet, biraz pis bir yöntem ama bir şapkacı kadar deli
olmak için bu gerekiyor.
- Hayatta her şeyde ucuza kaçın. Evlenirken insanların size
cıvalı altın takmasını isteyin.
-Ucuza kaçan pinti biri olmaya devam edin, damacana suyu
yerine çeşme suyu içmekten vazgeçmeyin. Her susadığınızda ağzınızı çeşmeye
dayayıp cukkudu cukkudu için. Hatta boru tesisatınız da leş olsun.
-Lütfen bol bol araba kullanın. Eğer kullanamıyorsanız
trafikte dur yandığında burnunuzu araba egzozuna dayayıp derin derin içinize
çekin. Mis! Mis!
-Mümkün oldukça kıyafetleriniz keçe ve çuha gibi kumaşlardan
seçin. Kaşındırır ama şapkacı olmaya değer.
- Beyazlaştırılmış un kullanın.
-Fabrika atıklarında yıkanmayı unutmayın. Şansınız varsa
belki Hulk bile olabilirsiniz.
- Talk pudrası ya da vücut pudrasını da bu harika fabrika
atıklı banyodan sonra üstünüze sürmeyi unutmayın.
-Boya pigmentleri ve boya çözücüler ile bir arada olmaya
özen gösterin. Kendinizi sanata vermek için güzel bir fırsat. Sonuçta delirmek
belirmektir ve beliren çoğu kişi sanatçıdır.
- Eğer mücevher seviyorsanız iyi haber! Zincifre isimli bu
güzel harika taştan kendinize çok güzel takılar yapabilirsiniz.
-Kullanmaya ihtiyacınız olsa da olmasa da müshil alın.
-Kozmetikten, özellikle maskaradan vazgeçmeyin. Erkekler de
bir zahmet sürsün, sonuçta zafere giden yolda her şey mubahtır.
- Yer cilasından vazgeçmeyin. Hem bu evinizi de güzel
gösterir.
- Gün içerisinde bol bol yapıştırıcı koklayın. Katta kıl tüy
alımınızı falan da onla yapın. Acılı ama kesin çözüm!
-Pil falan yalayın.
-Okul veya işyerinizdeki hava filtresini bozun. Ne kadar
leş, pis havalı yer varsa orada takılın. Hiç olmadı ağaç falan kesin. AVM
yaparsınız en kötü ihtimal.
-Bol bol balık yiyin. Özellikle midye. Hatta şansınız varsa
İzmir’de Kadifekale ya da Tepecik’te yapılmış olanları seçin. İstanbul da olur.
Eğer bunların hepsini yaparsanız, bir şapkacıdan daha bile
deli olabilirsiniz! Tabii ölmezseniz. Ama boş verin zaten deli bir şapkacıyken tedavi olmazsanız ölüyorsunuz.
22 Kasım 2015 Pazar
AYDAKİ DELİ ADAM
Merhabalar, araya vize dönemi girince uzun zaman yazamadım.
Bu sürede arada sırada kafamı dağıttığımda bloğa ne yazsam diye düşündüm. Zaten
biliyorsunuz, burayı kimse okumasa da çok umurumda olmaz çünkü biraz kendimi
tatmin amaçlı yazıyorum. Kafama gelen, düşündüğüm onca şeyi sevdiklerim bende
kilometrelerce uzakta diye buraya yazıyorum. Yoksa ciddi anlamda delirebilirim.
Zaten kafam Uranüs demiştim.
Düşündüm, düşündüm ve aklıma sanırım dokuz ya da on
yaşlarındayken izlediğim bir film geldi. Jim Carrey’nin bence en güzel
filmlerinden biri olan bu film (en azından Yes Man’den daha iyiydi.) nedense
hep kenarda köşede kalmış, çoğu kişilerce de eleştirilmiştir.
Karşınızda Aydaki Adam! (Man on the Moon.)
Peki, neden biyografik bir yapım olan bu film beni bu kadar
etkiledi? Neden üzerinden on yıl geçmesine rağmen hâlâ hatırlamam yetmezmiş
gibi bir de üstüne yazma ihtiyacı duydum? (Aslında üstüne yazdığımı söyleyemem,
benim bir film üzerine eleştiri yapacak kadar sinema bilgim ne yazık ki yok.
Ben size ayda yaşayan adamı anlatacağım. Oradaki deliyi.)
Andy Kaufman adını hiç duydunuz mu? Birçoğunuzun duyduğunu
varsayıyorum. Duymayanlar da üzülmesin, artık biliyorsunuz.
Andy Kaufman, ABD’li bir komedyen. 1949’da New York’ta doğdu
ve 16 Mayıs 1984’te daha 35 yaşındayken Los Angeles’ta akciğer kanseri
nedeniyle hayata gözlerini yumdu. İlk zamanlar barlarda stand up şovları (Show
yerine şov yazınca da bir garip hissettim, neyse.) yaparak başladı. Abimizin
tarzı ve sahnedeki hareketleri biraz acayip olduğu, espri anlayışı farklı
olduğu için önce bir yadırgansa da sonra çok ünlendi. Kendisinin yarattığı Tony
Clifton karakteri (çoğu kişi onun, kendisinin yarattığı bir karakter olduğuna
inanmamakta. Onlara göre Tony Clifton gerçek biri. Kafanız mı karıştı? Sakin,
şimdi her şey rayına oturacak.) de en az kendisi kadar ünlüdür.
Kendisinin hayatını konu alan 1999 yapımı Man on the Moon
filminde kendisine Jim Carrey hayat verdi. (Hatta belki de neyi nasıl yapması
gerektiğini anlattı, kim bilir. Yoksa kafanız daha da mı allak bullak oldu?
Sakin!)
Man on the Moon… Ne o rockçı dostum kafanda başka bir şey
daha canlandı değil mi? Ben söyleyeyim hemen, R.E.M.’in ünlü şarkısı Man on the
Moon da Andy için yazılmıştır. Zaten sözlerde de ismi geçiyor fakat bizim ülkede
sözden çok ritme bakma huyu var biraz. Ayrıca filmde Andy’nin kız arkadaşını
canlandıran kişi de Courtney Love. (Bu kadını hiç sevmem ama güzel oynamış
filmde, kokainden beynini eritmediği zamanlarda iyi şeyler yapabiliyor demek
ki.) O zaman şu da şurada dursun, arka fonda dinlersiniz: https://www.youtube.com/watch?v=5ojx_ldHs5M
Hazırsanız başlayalım,
Tarihteki İlk Troll Sahnesi:
Andy’nin gösterilerinin “alışılmışın dışında” olduğunu
önceden belirtmiştik. Ama sanırım bunu biraz daha açsak iyi olacak, kadınlarla
birebir sert güreşten tut da uyku tulumuyla sahneye çıkıp bütün gösteri boyunca
uyumaya, Elvis taklidi yapmaktan tut da tüm gösteri boyunca hiç konuşmamaya ya
da konuşacakmış gibi yapıp susmaya ve her Amerikalı komedyenin yaptığı İngiliz
taklidine yer bulunmakta bu gösterilerde.
Ayrıca sadece kendisinin katıldığı bir güreş şampiyonası düzenleyip kendine bir de şampiyonluk kemeri yaptırmış.
Ayrıca sadece kendisinin katıldığı bir güreş şampiyonası düzenleyip kendine bir de şampiyonluk kemeri yaptırmış.
Yine ayrıca her gösterisinden sonra insanlara içindeki çocuğu
unutmaması için süt ve kurabiye de veriyormuş kendisi. Değişik bir abimiz yani.
Böyle bir şovmenin seyirciyi ne kadar zorlayabileceğini
düşünün. Güldürebilir, ağlatabilir, sinirini bozabilir. O yüzden kendisine
“şovmen” demek biraz saçma kaçıyor. Çünkü kendisi ısrarla her röportajında
(yapılabilen ve trollemediği röportajlarda desek daha doğru) ve sahnede sürekli
bir komedyen olmadığını söyler durur.
Özellikle şu videoyu izleminizi öneririm. Özellikle 4.28’ten
itibaren: https://www.youtube.com/watch?v=1Bu45POJ-8E
Mükemmel çevirememekle beraber ortalama düzeyde İngilizceye
sahip herkesin anlayabileceği şeyler söylüyor. Buna rağmen ben anlamadım diyen
varsa üç gramlık İngilizcem ile kabataslak çeviririm:
Öncelikle videonun öncesinde ailesini sahneye çıkarıp
insanlarla tanıştırıyor. Sonra bir anda gayet üzüntülü bir şekilde “Neden
herkes bana bağırıyor? Ailemden hoşlanmadınız mı? Kaç kişi ailemden hoşlandı,
kaç kişi onlardan hoşlanmadı? Tamam bayanlar ve baylar şimdi şimdi size bir şey
söylemek istiyorum, bakın bu yüzden gerçekten çok hakarete uğradım ve elimden
gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Farklı bir şov yapmaya çalışıyorum,
asla bir komedyen olduğumu iddia etmedim. İyi şaka yapamam ben. Bana ne demek
istersen de çünkü nasıl geri döneceğimi bilemem (dönüş yapmamı sağlayan ip ucu
yok gibi bir şey dedi, böyle salladım, umarım tutar ama bence güzel oldu.).
Zeki olduğumu ya da yetenekli olduğumu iddia etmedim, çünkü ailem yıllar sonra
bir araya geldi ve ben onlarla bu şovu yapıyorum. (Burada da hata olabilir,
hazırlık okumadık bu bizim lise İngilizcemiz gardaş.) Buraya gelip gülmek, iyi
zaman geçirmek isteyen herkesten özür dilerim. Şarkı söylemeye, dans etmeye,
ailemle şarkı söyleyip vakit geçirmeye (burada vakit geçirmeyi ben ekledim
cümleyi toparlayamadım çünkü) çalışıyorum çünkü biliyorsunuz bu bir varyate
şovu. Sıktığım herkesten özür dilerim… (Sona bir şeyler daha diyor ama
anlamıyorum çünkü ağlamaya başladı.) Elimden gelenin en iyisini yapmaya
çalışıyorum! Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum! ELİMDEN GELENİN EN
İYİSİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUM! ELİMDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUM!
(Sonra bu durumu şarkı söyleyip davul çalmaya çekti. Seyirci şok.)
Seyircinin böyle bam teline vurduktan sonra ortada şarkı
söyleyip dans eden bir adam… Delilik ve dâhilik arasındaki o ince çizgi.
Kim bu Tony Clifton?
Tony Clifton, Andy Kaufman’ın yarattığı karakterlerden biri.
Berbat şarkı söylemesi, sahnede insanlara bağırıp küfür etmesi, kimi zaman
basit şakalar yapmasıyla ünlü bir adam. Tipi biraz Elvis görmüş Türk kamyon
şoförü gibi. (Elvis’in ilk mesleğinin kamyon şoförü olması gerçeğini de
bilmeyen varsa hatırlatmak isterim.)
Fakat yazının üstlerinde de değindiğim gibi, Tony amcamızla
ilgili bir problem var. Tony amcamız gerçekte var mı yok mu bilinmiyor.
Yıllardır hem Amerika’da hem de koskoca dünyada bir tartışma konusu.
Kimilerine göre Tony Clifton gerçekten var. İkinci hatta
belki üçüncü derece bir bar şarkıcısı, bir gün Andy gittiği bir barda Tony ile
karşılaşıyor. Bu hareketlerinin komikliği (başkaları için komik olmayan
komikliği desek daha doğru olur) Andy’de onu taklit etme fikrini uyandırıyor.
Yani bizde Ata Demirer’in Dilberay taklidi yapması gibi bir şey.
Kimilerince de Andy’nin kendsi Tony Clifton. Zaten sahnede
taklit yapan birisinin kalkıp Tony Clifton gibi bir karekter yaratması kimseyi
şaşırtmaz diyorlar. Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i gibi. (Tabii ki Şahan bok
yesin, Şahan kim be?)
Andy, yapılan hiçbir röportajda Tony hakkında net bir şey
söylemiyor. Kimi zaman onun var olduğunu, kimi zaman onu kendisini yarattığını
söylüyor, bazen susuyor. Hal öyle bir noktaya geliyor ki, iyice kafalar
karışıyor. Kimi zaman Tony Clifton kendi sahnesinde (?) Andy hakkında ileri
geri konuşuyor ve onu, onun üzerinden ekmek yemekle suçluyor. Kimi zaman Tony
Clifton olduğunu söyleyen kişiler Andy’nin menajerinin ofisini arayıp
hakarette bulunuyor. Fakat sahne harici Tony Clifton’ı gören yok.
Bu konunun filmde nasıl işlendiğini tam olarak anlatırsam
spoiler vereceğimi düşünüyorum. O yüzden sadece şunu söyleyeceğim, filmlerin
sonunda yazılar çıkar ya kim kimi oynamış, işte orada “Tony Clifton as himself”
yazıyor. (Bunu da çeviremeyecek kadar İngilizcesi olmayan insan yoktur herhalde
, yuh.)
Fakat IMDb’ye bakarsak “Jim Carrey as Andy Kaufman / Tony
Clifton”.
Bir yandan da şöyle bir durum var ki bu işi allak bullak
ediyor, bizde hemen hemen her komedyenin Bülent Ersoy taklidi yapması gibi Andy’nin
yakın arkadaşları, kardeşleri, ülkedeki diğer komedyenler, herkes ama herkes
Tony Clifton taklidi yapmaya başlıyor.
Bu linkte efendim Muppets Show’da Andy Kaufman’ın Tony
Clifton taklidi bulunmakta : https://www.youtube.com/watch?v=z2wDAA7O0ho
Bu videoda ise Tony Clifton olduğunu iddia eden bir adam :
Eh, karar size kalmış…
Alışmamış Andy’de
Latka Durmaz!

Sitcomlardan nefret eden Andy, menajerinin zorlaması, biraz
da ekonomik nedenler ve televizyon kariyerinin daha başında olmasından dolayı bazı
şartlar karşılığında dizide oynamayı kabul ediyor.
Bu şartlar arasında en garibi ve göze çarpanı ise Tony
Clifton’ın 4 bölüm kadar konuk oyuncu olarak dizide boy göstermesi…
Latka karakteri insanlara daha uyumlu olan mizahı ile deli
gibi ilgi çekiyor. Latka çıkartmalı sakızına kadar, döneminin yıldızı, ikonu
oluyor. Öyle bir hal alıyor ki bu iş, Andy’nin kendisinden daha ünlü olmaya
başlıyor. Andy buna dayanamıyor, başkalarını güldürse de kendini güldürmeyen ve
mutlu etmeyen bu işten bir süre sonra ayrılıyor. Çok tepki çekiyor tabii, ama
sonuçta Andy için insanların tepkisini çekmek normal, değil mi?
Bundan sonra kendi televizyon programını yapmaya başlıyor.
Fakat kendi öz anlayışı kanal yetkililerine komik gelmediği için kaldırılıyor.
Televizyon dünyasından yüzü gülmeyen Andy en başa, başladığı noktaya geri
dönüyor. Garsonluk, küçük bar şovları… Fakat kontrat sorunu çıkıyor bu kez,
tabiri caizse kontrat süresi dolana kadar Andy, ABC kanalının kölesi olmaya
devam ediyor.
Trollerin Aşkı Büyük
Olur
Yazının yukarısında da değindiğimiz gibi Andy, sadece
kendisinin katıldığı ya da sadece kadınlarla dövüştüğü güreş müsabakaları
düzenler.
İşte böyle bir müsabakada kendisine rakip ararken Lynne Margulies
onunla dövüşmek için gönüllü olur.
Dövüşü kaybeder Lynne, daha büyük bir şey kazanır. Aşk. (Aşk
+ yanında troll ek paketi bedava)
Andy, Lynne’i bir türlü aklından çıkaramaz. Sonunda onunla
buluşmanın bir yolunu bulur. Onunla bir güreş müsabakasında daha bulunmasını
ister. Eğer Andy bu müsabakayı kaybederse Lynene ile evleneceğini söyler.

Eğer Buradaysan Üç
Tık!
Andy’nin enteresan sahne gösterilerine bütün bir yazı
boyunca bolca değindik. Bunların arasında olmadığı insanlar gibi davranmanın
geniş yer tuttuğunu belirttik. Kanserden kaynaklı ortaya çıkan vücudundaki
kistleri fark ettirmeden insanlara dokundurmasının da bir gösteri türü
yaptığını, yani kendi hastalığını bile böyle şov malzemesi yaptığını düşününce
çoğu insanın ölümüne inanmaması normal. Hatta pek çoğu insan hastalığına da
inanmıyordu.
Fakat Andy’nin durumu ciddiydi, hastalığı çok çabuk
ilerliyordu. Modern tıptan umudunu kesince kocakarı zırvalarından dine kadar ne
varsa nedeni. Fakat hiçbir şey işe yaramadı. Andy Kaufman hastalığa
yakalandıktan yaklaşık bir yıl sonra ne yazık ki aramızdan ayrıldı.
Önceden insanlar Andy’nin komik olduğunu düşünenler ve tam
bir geri zekalı olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılıyordu. Andy’nin meçhul
ölümü gerçekleştikten sonra Andy’nin gerçekten öldüğünü düşünenler ile
ölmediğini bunun da dâhiyane bir şakası olduğuna inananlar olarak ikiye
ayrıldılar. Ölüm haberi geldikten sonra Tony Clifton’ın görülmesi de kafaları
daha çok karıştırdı fakat Tony Clifton’ın da gerçek mi yoksa sahte mi olduğu
daha en baştan beri aydınlanmamış bir konuydu zaten.
Andy, öldükten tam 20 yıl sonra geri gelecek denildi.
İnsanlar 2004 yılında heyecanla bunu bekledi, yabancı gazetelerde haber oldu.
Fakat Andy gelmedi.
Kimilerine göre Andy, Jim’e filmde oyunculuğunda yardım
etti, neyi nasıl taklit etmesini, ona nasıl “Andy” olmasını gösterdi. Jim,
kendisine bu konu hakkında sorulan tüm soruları yanıtsız bırakmakla yetindi.
Aynı yıl bu filmle Jim, Oscar’a “En iyi komedi oyuncusu”
olarak aday gösterildi fakat Jim bunu reddeti. Gerekçesi de “Andy Kaufman bir
komedyen değildi.” Oldu. Çünkü Andy asla bir komedyen olduğunu söylemedi!
Andy geri gelmedi ve gelemeyecek gibi ama…
…Ama belki geri gelir, çünkü o her zaman izleyicisinden 1-0
önde olmayı seven biri.
Bu arada, filmi de izlemek isteyenler için : http://unutulmazfilmler.co/man-on-the-moon-aydaki-adam.html
Ne olursa olsun, hem mecazi anlamda, hem de gerçek anlamda "Sen çok yaşa Andy Kaufman!"
7 Kasım 2015 Cumartesi
AŞK KIRINTISINA EKMEK BANIP YEMEK
Merhabalar,
Başlığa takılıp da lütfen beni Pucca misali aptal romantik blog yazısı yazacak sanmayın. Ben, hayatımın o evresini on dört yaşımda bıraktım. Daha ileriye taşımayı da pek düşünmüyorum. Bundan sonra yapacağım en ekstrem şey böyle ikili bir ilişki içinde yaşanan cidden komik bir anıyı arkadaşlarıma anlatmak olur. Çünkü gıybeti çok seviyorum.
Bak bu konuda bana kesinlikle güvenebilirsiniz, çünkü ben gıybet sevdiğimi (dedikodu deyince aynı etkiyi yaratmıyor, böyle ağız dolusu gıybet demek daha zevkli ohhh)kimseden gizlemeden açıkça söylüyorum. Tabii şerefsiz değiliz, yakın dostlarımızın, ailemizin falan sırlarını on liraya bira yanında bir tekila shot ortmında dökmüyoruz. Zaten bu hayatta bir "canım ben dedikodu yapmam" diyenden korkacaksın, bir de erkeklerin "dedikodu karı kısmının işidir abi yea" diyeninden. Çünkü onlar, yaptıkları şeyin dedikodu olduğunu bilmeden yapıyorlar. "Kanka lan bizim okulda XX vardı ya kız yollu olmuş, geçen şu Alsancak'taki meşhur gavat barı var ya, heh orada vermiş." tarzı. Seks hikayesi anlattığını sanarken gıybet yapmak. Uuuğ beybiğğğ...
Neyse, konumuz bu değildi. Aslında oldukça ciddi bir konu hakkında yazmayı düşünüyordum. Hatta bakın, bu yüzden daktilo yazısı bile seçtim. O yüzden kendimi ve sizleri ciddiyete davet ediyorum. Ve izninizle başlıyorum:
Her şey geçen gün yorgun argın metroya binmem ile başladı. İzban denen lanet şeyden inip, metroya binince ve boş yer bulunca zaten sevdiğin kişiyi sana bakarken yakaladığından daha çok seviniyorsun. (Bakın yavaştan mevzuya giriyorum).
Neyse, gördüğüm boş yere hızlıca oturdum. Şu karşılıklı bakan dörtlü koltuklardan. Önümde kıvırcık saçlı bir kadın var. Tahminen otuz yaşlarında falan. Saçları dökük dökük, derisi gözüküyor. "Hasta herhalde geçmiş olsun." dedim içimden. (Vallaha kötü niyetim yok, iyi niyetliyim.) Kitap okuyor kadın. Neyse, başımı cama çevirdim, siyah cama yansıyan milletin yüzünü inceliyorum, arada "Hoca 73 sayfa işledi ya vicdansız..." diye düşünüyorum falan. Sonra boynum ağrımaya başlayınca yeniden önüme baktım. O sırada kadının okuduğu kitabın kapağını gördüm. Aşkım Kapışmak isimli adamın kitabıydı. Kitabın adını bilmiyorum ama gördüğüm arka kapakta Aşkım Kapışmak olduğunu tahmin ettiğim bir adam seçimleri kazanan siyasetçi gibi sağ elini kalbine koyarak okurunu selamlıyordu, üstte de "Kendine bir söz ver" yazıyordu. Sanırım bir on saniye daha baksam "A.K. Parti (Aşkım Kapışmak Parti) en büyüüük!" diyerek metroda bağırmaya başlayacaktım.
Kişisel gelişim kitaplarını oldum olası sevmedim. Özellikle böyle aşk meşk üzerine olanları daha da sevemedim. Kişisel gelişim kitapları işe yaramayan aptal söz oyunlarıdır. Benim bu blog yazımla aynı derece edebi değer taşır, yani %10 'lık bir değer! Hah, gelgelelim neden aşkla ilgili kişisel gelişim kitaplarını daha da saçma buluyorum? Çünkü iş hayatınla ilgili bir kişisel gelişim kitabı bir derece işine yarayabilir, ama aşk tamamen özeldir ve şu dünya üzerinde altı milyondan fazla insan varsa altı minlyondan fazla aşk vardır. Yani kalkıp da "Ben yaptım oldu, sen de yap" ancak üçüncü sınıf romantik komedilerde işe yarar. Tamamen fasa fisodur. "Okumadan nereden bileceksin lan muhalefet!" diyebilirsiniz. Efendim bakın onuncu sınıfta mı neyim, yaklaşık bir buçuk yıldır aynı çocuğu seviyorum, çocuk mezun olup gidecek ben daha anca konuşuyorum falan. Gittim bu durumu anneme anlattım. Annem de bana İlhan Uçkan diye bir kadının kitabını verdi. On sayfa okuyup "Bu ne anasını satayım..." deyip fırlattım. Zaten zamanında babam gibi bir angutla, bir kalasla evlenen kadına niye böyle bir dert anlattım bilmiyorum. Şu hayatta aşk konusunda tavsiyelerine güvenmeyeceğim iki tane tatlı hanım efendi var, ikisi de ailemde.
Yani eskiden öyle düşünüyordum.
Yani eskiden öyle düşünüyordum.
Neyse, kitabı okuyan kadın baya kilolu ve ileri derecelerde bir gözlük takıyor. Hani şu camın içinden gözleri kocaman kocaman yapan, hatta lens bulanamayan derecelerdeki gözlüklerden var ya, ondan işte. Bakın tekrardan belirtiyorum, amacım bu kadını küçümsemek ya da dalga geçmek değildir.
O an bu kitapları pek beğenmediğim ve aşağıladığım için kendimden utandım. Şöyle düşününce bu tür kitapları, toplumun "güzellik" ya da "başarı" algısına takılan insanlar okuyor. Toplumun koyduğu belli başlı normlara uymayan herkesi ötekileştiriyoruz. "Ahuahauha amk karısı o kitabı okuyacağına tipini düzeltsin lan önce ahuahau" diyen insanlarız. "Canım çok iyi kalplisin ama tipim değilsin" diye bir şey var sonuçta. Bu tür kitapları kimse zevkinden okumaz, ciddi anlamda ihtiyaç duyan, hayatında bir şeyler değiştirmek isteyen kişiler okur. Böyle insanların yüzüne karşı "Kızım/ oğlum bu kitaplar bir boka yaramıyor" diyemem, diyemezsiniz.
Bu kitapları on yıldır terfi alamayan adam okur, kilolu olduğu için sevdiği kişiye açılamayan kız okur, gözleri ileri diye dalga konusu olan adam okur, altı yıldır üst üste üniversite sınavına giren kız okur. O insanlarla sürekli dalga geçmen yetmezmiş gibi, daha iyi olma çabasıyla da dalga geçemezsin.
Bir insan kendi tipinden rahatsızsa, zaten bunu düzeltmeye çalışır. Düzeltemese de. Bir insan kendinden memnunsa zaten sorun yok. Sen bağırsan çağırsan bir şey değişmez. Kendini seviyor çünkü, kendine güveniyor. Senin eleştiri okların üzerinden uçar gider.
Bak mesela Nicki Minaj, o ablanın saçlarını siyah yap. Üstüne normal bir tişört ve ceket giydir. Altına siyah tayt, ayaklara babet. Yürüsün böyle sokakta. Türkiye'deki kızların %70'i böyle giyiniyor ve kalçası iri. Bizlere gelince "Amına kodumun ayısı insan o kalça ile tayt mı giyer lan bir de kendini güzel sanıyor." dersiniz, kadın o popo ile milyonları götürüyor. (Sesi ve müziği leş ötesi olduğu için kendisinin poposuyla ünlü olduğunu söylemekten de pek gocunmuyorum. My blog, my rules.)
Bilimadamları diyor ki, sevgi ihtiyacı da karın tokluğu gibi önemi bir ihtiyaçmış. Ayrıca nasıl uzun süre yemek yemezsek acıkırsak, uzun süre birisinden ya da birilerinden sevgi görmedikçe sevgiye acıkırmışız. "Kanka sevgiye açım artık ya..." da bir gerçekmiş. Düşünün yani koca bir hayat sevgiye aç böyle. Sonra elin sivilceli adamıyla saçları boyatmaktan yanmış kızı, ikisi de daha kendilerinden bile memnun değilken, sana gelip "Canım o kitaplar hep hikaye ya." diyor. Oysa hani senin istediğin o sivilceli adam ya da yanık saçlı kız olmak, çünkü kendini onlardan kötü görüyorsun.
Kendini olduğun gibi beğenip beğenmemek senin kendi işin, ama başkasına karışmak mı? Hadi lan oradan!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)